31 Temmuz 2016 Pazar

“Hz. Adem (as)’ın Babası vardır” diyen Mustafa İslamoğlu’na cevap


 


 

Mustafa İslamoğlu Kur'an ile nasıl aldatıyor


Ebubekir Sifil Mustafa İslamoğlu'nun Hz Adem'in Babası Görüşü Neye Dayanıyor


Mustafa İslamoğlu Hz Adem'in babası vardır

 

“Hz. Adem (as)’ın Babası vardır” diyen Mustafa İslamoğlu’na cevap


(Muhatabını “ilim adamı” olarak kabul edilmeyi hak etmeyen biri olarak gördüğünden, burada söyleyeceklerim daha ziyade tekdir muhtevalı olacak.!)
Bu sapkınlık nereye kadar gidecek, duracaksa nerede duracak, bilemem. Bildiğim şu: Yıllardır dilimizde tüy bitti anlatmaktan: “Ey insanlar, bir kısım kimseler ellerinde Kur’an tutarak sizi bir yere çağırıyor. Ellerinde tuttukları Kur’an’a değil, sizi nereden koparıp nereye savurduklarına bakın. Elinde Kur’an tutmak, her iddiasının arkasından –kendi meallandirmesiyle– bir kısım ayetler okumak tek başına bir iddiaya meşruiyet/makbuliyet kazandırmaz. Aksi söz konusu olsaydı tarih içinde gördüğümüz onca itikadî fırka ortaya çıkmazdı. Unutmayın, o fırkaların her birinin elebaşı da elinde Kur’an tutuyor” ve “Ey insanlar, şimdiye kadar aldatıldınız; size doğru Kur’an anlayışını ben gösteriyorum” diyordu.
Dolayısıyla ey Ümmet, bu insanlara sırf ellerinde Kur’an tutuyorlar diye aldanmayın. Bu insanlar dillerini eğip bükerek söylediklerini “bu Allah’ın ayetidir” diye pazarlayarak ve ayetler arası ilişkiyi kendi hevalarına göre tayin ederek sizi bir yerlere çağırıyor. Bilin ki çağırıldığınız yer “muradullah” değil. Bu adamların heva ve heveslerinin peşinde savrularak size emanet edilen bu hayatı heba etmeyin!
Din’in temel sabitelerine ilişkin olarak geride bıraktığımız 1400 yıl içinde bu Ümmet’in ıskalayıp da ahir zamanda bir kısım yeni yetmelerin keşf ettiği herhangi bir hakikat olabileceğine ihtimal veriyorsanız, üzerinde konuştuğunuz dinin sahiden İslam olup olmadığını bir daha sorgulayın!
Sadece –Sünnîsiyle bid’isiyle– İslam Ümmeti’ne mensup kesimlerin değil, temeli vahye dayanan dejenere olmuş dinlerin mensuplarının dahi üzerinde ittifak ettiği “Hepiniz Âdem’densiniz; Âdem de topraktandır” hakikatini “öyle değilmiş, Âdem’in de babası varmış” diyerek reddedilmesi gerekenler kategorisine sokuyorsanız, bulunduğunuz yer Sofistaiyye’dir, bilesiniz!..
Evet “ilim”in yerini “retorik”in, Usul’ün yerini sloganın aldığı bir ortamda Mustafa İslamoğlu’yla hangi ciddi meseleyi hangi seviyede konuşabiliriz? Hatta konuşabilir miyiz? İslamoğlu’nun ilim adına anladığı dil hangisidir? Bu soruların bende cevabı yok.
“Kendini ilim adamı olarak görüyorsan, ilim adamının ilmî meseleleri başkalarıyla ilmî seviyede müzakere etmesi tabiidir; gel konuşalım” diyorsunuz; duvardan ses varsa ondan da var.
“İlim adamı değilsen, haddini bil, boyunu aşan meselelere girme” diyorsunuz; çilekeş mazlum ideal adamı pozlarına bürünerek “düşmanlarım üstüme çullanıyor” diyor. Aşağılıyorsunuz, “nisan yağmuru yağıyor” diyor. Peki sen hangi dilden anlarsın güzel kardeşim? Onu söyle o dilden konuşalım…
Aranızda, “İslamoğlu’yla uğraşman şart mı; bırak ne hali varsa görsün” diyen çıkar mı, bilmiyorum. Çıkmamasını umarım. Bu “adam”ın “Kur’an’ı silah olarak kullanıp” bu Ümmet’in inancına, değerlerine, aidiyetlerine… saldırması karşısında susarsak hangi yer bizi üstünde taşır, hangi gök bizi altında barındırır?.. “Suriye’yi İran’a verelim” diyecek kadar gözü dönmüş; ekmeğini yiyip suyunu içtiği topraklara da, Suriye halkına da, Ümmet’e de ihanetini en açık tonda ifade edecek kadar gemi azıya almış bir “adam”dan bahsediyoruz…
Her geçen gün tiynetini biraz daha açık ediyor. “Atalar dini” dedi, Ümmet’e savaş açtı; “İsrailiyat” dedi, Sünnet’e savaş açtı. Şimdiki savaş ilanı doğrudan Kur’an’a!..
(Bu arada, “Savaş açtı” tabirini kullandığıma bakıp da “ne muktedirmişim” diye şişinmesine vesile olmak da istemem. “Savaş” dediğim Donkişotvari olanından. Ama o Sanço’yu inandırabilmişti sadece, bizimkinin dili alabildiğine zehirli…)
Nasıl yapıyor bunu? Tabii ki maskeleyerek. Ümmet’e saldırısını “Emevi saltanatı”yla; Sünnet’e saldırısını “uydurma hadis” söylemiyle maskeliyor. Peki Kur’an’a savaşını neyle maskeliyor? “Popüler algı”yla! Popüler algı, hazır kalıplar, şartlanmışlıklar üzerine inşa edilir.
Herhangi bir şeyi “tartıştırmadan kabul ettirmek” istiyorsanız, önce algıyı oluşturur, şartlandırırsınız; arkasından diyeceğinizi dersiniz. “Cuk” diye oturur. Ayete bir anlam yükler, ardından “Kur’an böyle diyor” dersiniz; sonra da “Kur’an kendisine yanlış anlam verilmesini kabul etmez; derhal reddeder” diye eklersiniz. Karşınızdaki kitle, ayetler üzerindeki her manipülasyonunuzu Allah Teala’dan gelmiş bir “ayet” olarak algılar. Bir anlamda “hokkabazlık” yani. Ama bu da yetmez; kitlenin, “unique” olduğunuzu düşünmesi için, bir taraftan da şişik egonuzla yıkımcılık yapmalısınız. Hem de züccaciye dükkânına girmiş fil gibi…

Hz. Âdem (a.s)’ın babası?


Hz. Âdem (a.s)’ın topraktan değil, başka bir varlığın nutfesinden yaratıldığını, onun da –tıpkı diğer insanlar gibi– bir babasının ve annesinin bulunduğunu söylemek için sadece zırvalama yeteneğine değil, aynı zamanda hokkabazlığa ve hatta pişkinliğe de ihtiyaç vardır zira. Hatta bunlar da yetmez, yaratıcısına kafa tutan İblis mantığından da nasiplenmiş olmak gerekir…
Evet, ifade aynen şöyle: “(…) “Âdem’in babası kimdi?” diye soruyorum ara sıra ya! “Âdem’in babası da mı var?” diyorlar. “Var yaa! Kur’an söylüyor! İnsan suresinin ikinci ayeti Âdem’in babasının olduğunu söylüyor. Öyle ya! Herhalde toprak değil. Toprak hepimizin babası. (…) Ama Âdem’in babası var! (…) Onun için yani ısrarla bunun üstünde duruyorum. Yani Kur’an’a göre Âdem’in yaratılışını öğrenin. Gidip de uydurmalardan, Ehl-i Kitab’ın İsrailiyatın uydurmalarını Kur’an’a yamamaya kalkmayın. Anlatabiliyor muyum? Evet, nedir İnsan suresindeki? “Hel etâ ale’l-insâni hînun mine’d-dehri lem yekün şey’en mezkûrâ. İnnâ halakne’l-insâne min nutfetin…”
“El” (“halakne’l-insân” cümleciğindeki “insân” kelimesinin başındaki elif-lâm, E.S) cins içindir. İnsan türünün tamamını Allah nutfeden yarattı. Âdem insan mı değil mi şimdi? Buna karar vereceksiniz. Âdem de insan diyorsanız, o da “tür”e girer ki, o da nutfeden yaratıldı. Yani o da bir rahimden geldi. Âdem’i de taşıyan bir rahim vardı. Anlatabiliyor muyum?…”[1]
Evet, bir şeyler anlatıyorsun, ama hangi mekanizmanın ifrazatı olduğu belli olmadığından, anlattığın şeyler sadece “zırva” babından bir şeyler ifade ediyor… “Ben demiyorum, Kur’an diyor” demen, söylediğin şeyin “zırva” olduğun gerçeğini değiştirmiyor. Zira onu Kur’an demiyor; sen o küçücük beyninle bu zırvayı Kur’an üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyorsun!
İnsanlara anlatmak istediğimiz şey tam olarak işte bu! Şeytanının kulağına üflediği şeyleri “matah” kılmanın en kolay ve etkili yolu, onu Kur’an söylüyormuş gibi, yani Allah Teala’nın kelamıymış gibi sunmaktır. Herifçioğlu da bunu yapıyor: “Ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor” diyor! Ne kadar masum değil mi?
İftiranın böylesini bir Ehl-i Kitap atmıştı Âlemlerin Rabbi’ne, şimdi de bu! Hata yapabilirliğini, yanılabilirliğini dile getiremeyecek kadar uçmuş, “Bu benim anladığımdır; doğruysa Allah Teala’dan, yanlışsa bendendir” diyebilme şansı dahi elinden alınmış. Tam ibretlik bir vak’a: “Kur’an söylüyor!” Yani bu senin sapkın anlayışın değil, Allah Teala’nın –kendisine hiçbir batılın yaklaşamayacağı– sözü öyle mi?.. Estağfirullah, sümme estağfirullâh!..

Hz. Adem (a.s)’ın yaratılışı konusunda Kur’an ne söylüyor?


Kur’an’ın, Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan dünyaya geldiğini söylediğini böyle kesin bir dille iddia eden kimsenin, bunu “mefhum” olarak değil, “mantuk” olarak ifade eden bir ayet göstermesi gerekmez mi? Hz. Âdem (a.s)’ın “topraktan” yaratıldığını “nassen” ifade eden onca ayet dururken bir ayetin “mefhum”undan hareket ederek “Kur’an böyle diyor” demenin adı “tahrif” değilse nedir?..
Yukarıda verdiğim deşifre metinde avurtlarını doldurarak “El, cins içindir” falan diyorsun ya dinleyicide Arapça’yı yalamış yutmuş izlenimi oluşturmak için; şimdi soralım: Şu ayetteki “El” ne için: “Doğrusu Biz insan türünü bir nevi konsantre bir balçıktan yarattık.” (12/el-Mü’minûn, 12)[2] Meal açık, ama ben yine de yukarıdaki ifadelerini (“uyarlama” dışında) hiç bir tasarrufta bulunmadan kopyalayıp buraya yapıştırayım: “El”, cins içindir. İnsan türünün tamamını Allah bir nevi konsantre bir balçıktan yarattı. Âdem insan mı değil mi şimdi? Buna karar vereceksiniz. Âdem de insan diyorsanız, o da “tür”e girer ki, o da balçıktan yaratıldı….”
Aynı şey, 7/el-A’râf, 12; 15/el-Hicr, 26, 28; 17/el-İsrâ, 61; 23/el-Mü’minûn, 12; 32/es-Secde, 7; 55/er-Rahmân, 14 ve daha başka ayetler için de geçerli. Bütün bu ayetlerde de insan cinsinin balçıktan/çamurdan yaratıldığı açıkça zikrediliyor. Ne diyeceksin şimdi? Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan dünyaya gediğini söyleyen gerçekten Kur’an’sa bunları söyleyen kim? Bu ayetler hakkında kıvranarak yapacağın her manevra, İnsan suresindeki ayet hakkında söylediklerin için de geçerli olacak “anlatabiliyor muyum?”
Doğrusu şu ki, âmm bir ifade umumu üzere bırakıldığında husus zorunlu olarak mühmel kalacaksa, umum, hususa hamlolunur, yani âmm ifadenin tahsisi zorunlu olur. Evet, bilhassa Hanefîler nezdinde âmm’ın hükmü kat’îdir; ancak tahsis gerektiren bir delil varsa tahsise gidilir. Burada bir değil, birçok hâss delil mevcut. Yani İnsan suresinde “cins için olan el takısı” ile gelen ayetin ifadesi âmm’dır; yukarıda adreslerini verdiğim ayetlerse hâss.
İnsan, 2 ayetindeki âmm ifade umumu üzere bırakılırsa, yukarıda adreslerini verdiğim ayetler mühmel/devre dışı kalacaktır. Dolayısıyla ister mantuk-mefhum cihetinden bakalım, ister umum-husus cihetinden, İnsan suresindeki ayetin diğerlerine takdiminin hiçbir usulî, mantıkî, Kur’anî gerekçesi yoktur! Tabii gözleri ve kalbi mühürlenmemiş olanlar için!..
“Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir…” (3/Âli İmrân, 59)
Bu ayet, Hz. İsa ile Hz. Âdem (ikisine de selam olsun) arasında bir ilişki, bir benzerlik olduğunu söylüyor. Bunun özel bir anlamı olmalıdır ki, bunun, iki aziz peygamberin dünyaya gelişinin bir “baba” olmaksızın vuku bulduğu gerçeği olduğunda asla şüphe yoktur. Yoksa mezkûr iki peygamberi diğerlerinden ayıran, sadece ikisine özel bir başka benzerlik mevcut değildir. “Var” diyenin delil diye beyhude çırpınmaktan ya da İslamoğlu gibi “işkembeden atmaktan” başka yapabileceği birşey yoktur!
Bu ayetin devamı şöyle: “Onu topraktan yarattı…”
Şimdi, buradaki zamiri Hz. İsa (a.s)’a gönderecek olursak, O’nun topraktan yaratıldığını söylememiz gerekecek. O’nun yaratılış kaynağını “toprak” teşkil ettiyse, bu durum Hz. Âdem (a.s) için evleviyetle geçerlidir. Zira ilk yaratılan Hz. Âdem (a.s)’dır. Zamiri Hz. Âdem’e gönderirsek –ki doğrusu odu–- ayet, Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılış maddesinin “toprak” olduğu noktasında  “nass” olur!
Gerçi bu meselede sapıtmadan önce yazdığın mealde[3] bu ayete düştüğün 4 no’lu notta, “Zımnen: Babasız doğmak bir beşere ilahlık kazandırsaydı, bu, Hz. İsa’dan önce Hz. Âdem’in hakkı olurdu” demişsin; ama senin kıvraklığında biri için bunun sorun teşkil etmeyeceğini biliyorum…
Uzatmayalım… Geldiğin nokta şudur Mustafa İslamoğlu: Allah Teala Kur’an-ı Kerim’in hiç bir ayetinde Hz. Adem (a.s)’ı bir “ana-babadan” yarattığını söylemiyor. Bunu Kur’an’a, yani Allah Teala’ya sen atfediyorsun. Yani Allah Teala’ya ve Onun kitabına açık ve net iftira ediyorsun!
Zebunu olduğun nefis ve şeytan ikilisi seni sonunda bu noktaya kadar savurdu. Bu aşamadaki bir insanın aklının başında kalması mümkün müdür? Belli ki senin için bunu söylemek pek mümkün değil. Aksi söz konusu olsaydı Allah Teala’ya ve Kur’an-ı azimüşşana bu iftirayı atmadan önce düşünürdün: Hz. Âdem bir anne rahminde, bir babanın nutfesinden yaratıldıysa, onun babası neden yaratıldı? Esasen bu sorunun cevabı, aklını peynir ekmekle yememiş bir kimseyi dehşete düşürmek için fazlasıyla yeterlidir. Zira “Hz. Âdem’in babası” insansa, onun babası da, onun babası da… insandır. Öyle olmak zorundadır. Senin ayarı bozuk mantığına göre İnsan suresindeki ayet “insan cinsinin” nutfeden yaratıldığını belirttiğine ve Hz. Âdem dahi bundan istisna olmadığına göre, “insan” cinsi olan her varlık bir nutfeden yaratılmıştır. Peki bu silsileyi Hz. Âdem (a.s)’dan itibaren geriye doğru nereye kadar götürebileceksin?

İki ihtimal var:

  1. Ya bu iş devr-i teselsüle girer ki, batıldır; sonu “taaddüd-i kudema”ya gider.
  2. Bu süreç geriye doğru “insan dışı” bir çiftin insana ebeveynlik yaptığı bir noktaya kadar gider. Darwin’e buradan  ekmek çıkmaz diyorsun, ama ağzından çıkanı kulağının duymadığı çok açık… Bir zamanlar Süleyman Ateş’in de düştüğünü müşahede ettiğimiz bu varta, diğerinden daha az ibretlik değildir.
Bu iki batıldan hangisini yeni bir “Kur’an söylüyor” iftirasıyla Allah Teala’ya atfedeceğin sana kalmış. Allah Resulü (s.a.v)’in, yukarıda adreslerini zikrettiğim ayetlerde ve benzerlerinde dikkatimize sunulan hakikati teyit eden “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır; Âdem de topraktandır” beyanı “İsrailiyat”sa eğer[4], vallahi bu İsrailiyat Kur’an’a, senin ifrazatından daha uygun.
Not: İslamoğlu ve hempasının dillerine pelesenk ettiği şu “ensest” meselesine de en kısa zamanda değineceğim inşaallah.
Ebubekir Sifil
12 Şubat 2016





Mustafa İslamoğlu: "Hz. Adem'in babası vardır"

Mustafa İslamoğlu'ndan ilginç bir iddia daha.


Yapmış olduğu farklı açıklamalarla sürekli gündemden düşmeyen ve tepkileri üzerine toplayan Mustafa İslamoğlu'ndan yeni bir iddia daha.

İslamoğlu sahibi olduğu Hilal Tv'de Hz. Adem'in babasının olduğunu ileri sürdü.
AKABE Vakfı’nın kurucusu ve İlahiyatçı Mustafa İslamoğlu Hilal Tv'de yayınlanan Vahyin Penceresin'de Hz. Adem hakkında şu ifadelere yer verdi.
Mustafa İslamoğlu Hz. Adem'in babasının olduğu ileri sürerek İnsan Suresi 2. ayeti delil sundu. (Hiç şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.) İnsan Suresi 2
Mustafa İslamoğlu Hz. Adem'in insan olduğunu bu yüzden doğal olarak aynı normal insanlar gibi bir rahimden doğduğunu ifade etti.
Akıl karıştıcı bu iddialar sonrasıİslamoğluna şu soruları sormak gerekmez mi?
Madem Hz. Adem bir babadan meydana gelmişse Hz. Adem'in babası olduğu gibi bir annesinin de olması gerekmez miydi?
Mustafa İslamoğluna göre her insan bir babadan türüyorsa Hz.İsa'nın da bir babasını olması gerekmez miydi?
Allah Hz. Adem'le alakalı bu tür soruların karşılığını Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor.
"Doğrusu Allah katında İsa'nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem'in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona "ol!" dedi, o da oluverdi."(A'li İmran.59)

(A'li İmran.59) Tefsiri: İsa'nın doğuşu, insanların alışageldiği realitelerle kıyaslandığında gerçektèn ilginçtir. Fakat insanlığın babası Hz. Adem'in yaratılışına kıyas edildiğinde ilginç tarafı kalır mı? -Doğuşu nedeniyle- İsa konusunda tartışma yapan, mücadele eden ve babasız olarak yaratıldığındàn dolay O'nun etrafında kuruntu ve masallardan ağlar örmeye çalışan ehli kitap... Evet aynı ehli kitap, Adem'in topraktan yaratıldığını Allah'ın ruhundan soluk üflenmekle O'na bu insani organizmanın kazandırıldığını kabul ediyor... İsa'nın etrafında ördükleri masalları hikayeleri Adem in etrafında örmeye çalışmıyorlar! Adem için; O'nun Lahuti bir tabiatı vardır" demiyorlar! Halbuki Adem'in kendisinden insan olarak yaratıldığı unsur, İsa nın babasız olarak doğmasına neden olan unsurun aynısıdır: Her ikisinde de temel faktör ilahi nefhadır! Ve bu İlâhî nefha da "ol!" sözünden başka bir şey değildir. Yaratılmak istenen herşey onunla yaratılır: "O da oluverir".
Böylece bu gerçeğin... Hz. İsa gerçeğinin... Hz. Adem gerçèğinin... Bütünü ile yaratma gerçeğinin yalınlığı ortaya çıkar. Kolayca ve net bir biçimde insanın gönlüne iner. Öyleki insan onà hayret eder: Allah'ın büyük yasasına, yaratma ve geliştirme yasasına birden uygun düşen bu olay etrafında nasıl tartışma körüklenebilir?

A'raf 189- "O ki, sizi bir tek kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca, hafif bir yük yüklendi, Onu bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca, eşler birlikte "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler. "


A'raf 189 Tefsiri: Tefsirlerde yer alan birtakım rivayetlerde deniyor ki; bu kıssa gerçek bir olaydır ve Hz. Adem ile Havva'nın başından geçmiştir... Çünkü onların çocukları hep sakat olarak doğuyordu. Bunun üzerine şeytan onlara gelmiş, Havva'yı aldatmış ve karnındaki çocuğuna "Abdulhâris" adını vermesini söylemişti... Haris ise şeytanın bu dediklerini yaptığı gibi Hz. Adem'i de birlikte kandırmıştı! Bu rivayetin yahudi mitolojisinden kaynaklandığı açıktır. Çünkü yahudi mitolojisine dayalı dinlerini, tahrif etmiş bulunan hristiyan düşüncesine göre sapıklığın bütün günahı Havva'nın boynundadır. Bu anlayış pek tabii olarak sağlıklı islâm düşüncesine tamamen aykırıdır.
Hani Rabbin, Meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. (Allah:) "Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi. Bakara 30
‘Allah, sizi (babanız adem'i) yerden (bitki bitirir gibi) bitirdi (yarattı.)' Nuh (17)
"Ey Peygamber! Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağım.""(Hirc.28)
"İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, ÂDEMİN SOYUNDAN ve gemide Nuh ile beraber taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail'in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdir. Kendilerine Rahmân (olan Allah)ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı."(Meryem.58)
Sizi bir tek nefisten, candan [Âdem aleyhis selamdan], ondan da eşini [Havva validemizi] yaratan Allah’tır.) [Araf 189, Zümer 6]
İnsanlar bir kişiden, Hazret-i Âdem’den yaratılmıştır. (Nisa 1, Enam 98)
İlk insan topraktan, nesli nutfeden yaratıldı. (Fatır 11, Hac 5, Kehf 37, Mümin 67)  
"Allah sizi (Hz. Âdem'i) bir topraktan, sonra bir meniden (Hz. Âdem'in neslini) yarattı." (Fatır, 35/11).
"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık. Sonra onu (Hz. Âdem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargahta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) hâline getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik. Sonra onu başka yaratılışla inşa ettik (can verdik, konuşma verdik)..." (Mü'minun, 23/12-14).
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:

(Allahü teâlâ,Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraklardan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Kimi yumuşak, kimi sert, kimi de temiz oldu.) [Ebu Davud]  
(Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yarattıktan sonra, “Git şu meleklere selam ver. İşte senin ve neslinin selamlaşması böyle olacaktır” buyurdu.) [Buhari]
(Allahü teâlâ, Cehennemdeki azabı en hafif olana "Dünyadaki her şey senin olsaydı, Cehennemden kurtulmak için onları feda eder miydin?" buyurur. O da "Evet" der. "Sen Âdem’in sulbünde iken, çok az şey istedim, şirk etme dedim. Ama sen şirk ettin” buyurur.) [Hâkim]
Ravi : Ebu Hureyre
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "İnsanlar, ya cehennem kömüründen başka bir şey olmayan ölmüş ecdadlarıyla övünmekten vazgeçerler, yahut da Allah katında, burnuyla pislik yuvarlayan mayıs böceğinden daha adi bir dereceye düşerler. Allah Teala hazretleri sizlerden cahiliye kibrini temizledi. Artık o, muttaki bir mü`min yahut bedbaht bir facirdir. İnsanların hepsi Hz. adem`in evlatlarıdır. adem ise topraktan yaratılmıştır."
HadisNo : 5223

Mustafa İslamoğlu Kur’an ile nasıl aldatıyor – Adem’in babası çelişkisi

 Sizlere yazıyoruz, yazıyoruz… Sadece Kur’an, Kur’an bize yeter, Kur’an’a bakarak herkes istediğini anlar ve yorumlar deyip hadis ve sünnet inkarcılığı yapanların asıl amacının Müslümanları İslam’dan uzaklaştırıp dalalet yollarının içine çekmek istediğini bas bas bağırıyoruz.
  İşte size çok açık bir misal.
  Mustafa İslamoğlu önce “Adem’in babası da anası da yok” diyor, daha sonra“Adem’in babası da var” diyor.
  Açık bir şekilde çelişiyor. Fakat burada önemli olan husus, her iki söyleminde de“Kur’an böyle söylüyor” diyor.
  Buna “Kur’an ile aldatmak” mı diyelim, “Kur’an ile dalga geçmek” mi?
  İki söylemini de “Kur’an böyle diyor” diye destekliyor. O halde söylemlerinin birisinde Kur’an’a iftira ediyor değil mi? Yani biri doğru ise diğeri yanlış.
  Peki, her halükarda Kur’an’a iftira eden biri dinlenir mi? takip edilir mi? peşinden gidilir mi? Hiç mi aklınızı kullanmazsınız?
İŞTE O VİDEO

ÇAĞRI YAPIYORUZ
  Bu şahsı takip eden kardeşler! Bakınız, sizi yıllardır Kur’an’a çağırdılar fakat aslında Kur’an’dan kendi çelişkili anladıklarına çağırdılar. Kur’an bu adama değil Peygamberimize vahyoldu ve O’nun bize açıklaması istendi. Peygamberimize itaat etmekle, isyan etmemekle emrolunduk. O’nun haram kıldığını haram saymak, verdiği hükme razı olmakla emrolunduk. Peygamberiizi saf dışı bırakarak Kur’an’ı kendi heva ve heveslerine göre yorumlayan bu gibi insanlar her zaman çelişkiye düşecekler, sizi de düşüreceklerdir. Kur’an’a atılan iftiraya bilerek veya bilmeyerek rıza göstereceksiniz. Ve ahiretiniz mahvolacak.
  Akıl işte böyle durumlarda hak ile batılı ayırt etmeye yarar. Biz size tebliğ ediyoruz ki, gittiğiniz yol yanlıştır. Resulüllah’ın olmadığı, hadis ve sünnetin inkar edildiği hiçbir yol sizi Kur’an’a çıkartmaz.
  Gelin, bu yanlıştan vazgeçin…
www.ihvanlar.net

1 Haziran 2016 Çarşamba

yaşar nuri öztürk gerçeği




DEİZM İNSANLIĞIN KURTULUŞU OLACAK Yaşar Nuri Öztürk



Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den üstün tutmayı yeğ gören Öztürk’ün icma hakkındaki görüşü de, icmanın ifsat olduğudur. Bakın Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetleri ile nasıl dalga geçiyor: “Süper manyaklar, yüzlerine kıl bırakıp sünnet diyorlar. Misvak diye bir odun sokuyorlar ağızlarına.”

Kur’an’daki İslam adlı eserinde: “Peygamber de olsa netice de bir insan sözüdür.” diyerek Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’in hadislerini küçük görme cüretinde bulunmuştur. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de: “O arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdiklerini) kendisine indirilen vahiyden başkası değildir.”Yine başka bir ayette Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.”

Bir zamanlar televizyon televizyon gezerek sapık görüşleriyle Müslümanların kafalarını karıştıran, düşüncelerini bulandıran sözde İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, gerçek inancını açıkladı.

Deizm hakkında yazdığı yeni kitabıyla ilgili röportaj veren Öztürk, "Kuran; Deizm’i teşvik eden, terviç eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır" dedi.

yani özet olarak deist olduğunu açıklayarak DİNDEN ÇIKMIŞTIR!!!



Yaşar Nuri Öztürk kimdir?


1951’de Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğup büyüdü. Hukuk ve İstanbul İlahiyat fakültelerini bitirdi. Hayrettin Karaman’ın gölgesinde yetişti. Yaşar Nuri Öztürk, kendisi uygulamadığı için mi bilinmez İslam’ı kese biçe tanınmaz hale getirmeye çalışmaktadır. Onun tasavvurundaki İslam’da namaz 3 vakittir, istenilen dilde kılınır ve başörtüsü de yoktur. Bütün İslam büyüklerini tekfir eder, Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaate de hurafeci diye saldırır, sünnetle alay eder ve nihayet ayetleri de gönlüne göre yorumlar. Yaşar Nuri’nin hezeyanları saymakla bitmez. Biz bir kaçını dile getirelim de, gerçeği görebilmek size ait.

Hürriyet Gazetesinde 3 Kasım 1995 tarihinde yazdığı yazısında bakın Hz. Peygamber Efendimizi (s.a.v.), çözümleyici bulmayan Öztürk, peygamber yerine kimleri layık görüyor: “Peygamberler de beşerdir; ödevini yapar kenara çekilirler. Meselenin omurgasına oturtulmazlar. Ama günümüzde bize yol gösterecekler var: Efganiler, Abduhlar, İkbâller, Akifler, Şeriatiler.” Dinde reformcu İngiliz güdümlüleri Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den üstün tutmayı yeğ gören Öztürk’ün icma hakkındaki görüşü de, icmanın ifsat olduğudur. Bakın Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetleri ile nasıl dalga geçiyor: “Süper manyaklar, yüzlerine kıl bırakıp sünnet diyorlar. Misvak diye bir odun sokuyorlar ağızlarına.”

Yaşar Nuri’nin Abduh’un takipçisi olduğuna dair kanıt onun Fil Vakasındaki siccin taşları hakkındaki görüşlerini olduğu gibi benimsemesidir. Yani sûrede geçen Ebâbil kuşlarını sivrisinek, atılan taşları da hastalık yayan bir mikrop olarak kabul eder. Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinin Fil Sûresi kısmında buna yer vermiştir. Yaşar Nuri Öztürk ve Muhammed Abduh’a cevap mahiyetindeki yazıyı aynen naklediyoruz: “Bu izahtan maksadımız şuna gelmektir: Tetebbü’iyle tanınmış Avrupa müverrihlerinden Avusturyalı Hammer meşhur Osmanlı tarihinin otuz beşinci babında ikinci Sultan Selim zamanında Yemen’in fethi münasebetiyle İslamiyet’ten evvelki Arap tarihine ilişirken fil vakasına da şöyle bir fıkra ile temas etmiş: ‘İşbu fil senesinde Habeş hükümdarı Kâbe üzerine yürürken kuşların askeri üzerine attığı taşlarla, ihtimal ki bir çiçek bir illeti sarıyesiyle tevakkufa mecbur olmuştur.’ İhtimal ki demesi zikr olunan rivayete işaret eder gibi olmakla beraber bunu haricen taş atmaksızın zuhur etmiş sâri bir çiçek illeti ihtimali gibi ifade etmesi, sonra da kırılıp helak olmuştur demeyip de tevakkufa mecbur olmuştur, deyip geçmesi vakanın ehemmiyetini nazardan iskat yolunda kurnaz bir kalem oyunu olmuştur. Mamafih Hammer için bu kadar tetebbü’ ve taşların atılışı tasrih ile beraber çiçek illetini sade bir ihtimalden ileri götüremeyerek hakka oldukça tekarrüb etmesi şayanı takdir görülmek iktiza eder. Fakat Hammer’in bile bir ihtimalden ileri götüremediği bu çiçek illeti sözünü te’essüf olunur ki Abduh fahiş bir tedlis ü teşviş ile tevatür meyanına karıştırıp rivayetlerin ittifak ettiği sahih bir haber imiş gibi ileri sürmeye çalışmış ve güzel bir başlangıçla başlayan kelamını güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bulamıştır. Onun için burada onun sözlerini gözden geçirerek doğrusunu eğrisini ayıklamak bir vazife olmuştur.

Abduh bu sûrenin tefsirinde evvela diyor ki: “Bu sûre-i kerime bize şunu öğretiyor: ‘Allah sübhanehü, Peygamberine ve onun risaletinin baliğ olacağı kimselere kudretinin büyüklüğünü ve her kuretin O’nun önünde ve O’nun saltanatına boyun eğdiğini ve O’nun ıbadi fevkinde kahir olup onları ondan hiçbir izzetin menedemeyeceğini ve hiçbir kuvvetin ona karşı gelemeyeceğini anlatan işlerden bir büyük işini hatırlatmak, düşündürmek murat ediyor. O büyük iş de şudur: Bir kavm, fiillerine güvenerek Allah’ın bazı kullarının emirlerine galebe etmek ve kendilerine şerr-ü eza eriştirmek istemişlerdi, Allah Teala o kavmı ihlak, keydlerini redd, tedbirlerini iptal ediverdi, hem adetlerinin hem hazırlıklarının çokluğuna itimad ederlerken onlar, kendilerine hiçbir faide vermedi. İşte bu ayetlerden bu mana ile iktifa edip de bunun üzerine ona bir tafsil ilave etmesek mümkün olurdu ve bu kadarı ibret ve va’z için kâfi gelirdi, netekim Ashab-ı Uhudda bu kadarla iktifa etmiştik.” Filvaki Abduh bu kadarla iktifa etmiş olsaydı çok iyi yapmış olur ve tefsirin hakkını vermese de hiç olmazsa taglita sebebiyet vermemiş ve bu büyük işi küçültmeye gitmemiş bulunurdu, fakat bu kadarla iktifa edemeyip diyor ki: “Lakin bu surede bizim için tafsil caizdir, çünkü Fil Vakası bu ayetlerde varid olunduğu gibi haddizatinde maruf ve rivayeti mütevatirdir, hatta onu mebde-i tarih ittihaz etmişlerdi. Onunla hâdisatın vakitlerini tahdid ediyorlardı, Fil Yılında doğdu, fil yılından iki sene sonra şöyle oldu diyorlardı. Ve daha bunun gibi.”

Yukarıda arz ettiğimiz vechile Fil Vakası hakkında bu söz de doğrudur. Ancak Abduh’un bu ifadesinden sanki tevatür olmasa imiş tefsirde tevatür derecesine varmayan sahih rivayetlerle tafsil caiz olmazmış ve sanki kendisinin vereceği tafsilat hep mütevatir iş gibi bir mana da çıkarıyor ki bunun ikisi de doğru değildir. Zira iman ve itikad farz olmak için tevatür şart ise de itikadın sıhhatı ve amelin vücubu için tevatür şart olmayıp senedi sahih ile sabit ahbarı ahad dahi delili kâfi olabileceği gerek ibret ve nasihat ve ahlakî fazilet ve gerek ekser veka-i tarihiyyede olduğu gibi mücerret malumat kabilinden olan hususatta sıhhatı tam ve sabit olmasa bile yalan ve uydurma mevzu olduğu sabit olmayan zayıf rivayetler dahi tenviri efkâr zımnında zikir ve tafsil olunmak caiz ve sırf ındi olan mütalealardan daha iyi ve daha faideli olduğu müttefekun aleyhdir. İkincisi göreceğimiz vechile Abduh verdiği tafsilde mütevatirle kalmamış, tevatüre karşı zayıf ve ındi mutalea ile ihticaca kalkışmıştır, mütevatir olan kısmı şöyle hulasa ediyor:

“Bu vakıadan mütevatir olan şudur: Yemene galebe etmiş olanlardan Habeşi bir kumandan Ka’be-i Müşerrefeye tecavüz ve Arabı ona hactan men’etmek için, yahud kahr-u tezlil için Ka’beyi hedm eylemek istemişti, bunun için bir ceyşi cerrar, ya’ni çok bir ordu ile Mekkeye teveccüh etti, ziyadesiyle terhib etmek ve kalblere havf-u dehşet doldurmak için beraberinde bir fil veye birçok filler de istishab eyledi, önüne geleni mağlub ederek durmaksızın yürüdü, ta Mekkenin yakınında mugammese kadar vasıl oldu, sonra ehli Mekkeye harb için gelmeyip ancak beyti yıkmak için geldiğini haber vermek üzere elçi gönderdi, bunun üzerine onlar korktular dağların tepelerine kaçtılar ne yapacağına bakıyorlardı.”

Ne Ebrehe’nin ne de Abdülmuttalib Hazretlerinin isimlerini bile kale almayan bu ifade eksik olmakla beraber doğrudur ve mütevatirdir. Lakin bu mütevatir cümlesinden göstererek ilave ettiği şu fıkralara gelince ki:

“İkinci gün ise Habeş askeri içinde daicüderi ve hasbe faş oluverdi” diyor. Buna mütevatir demek ise yalan olmuştur. Gerçi hadise ikinci gün olmuştur. Lakin bu telakki, bu sureti ifade Abduh’un sırf kendi vaz’ıdır. Gerek kitablarda gerek lisanlarda mütevatir olan ancak Kur’anın beyan ettiği vechile kuşlarla taşlanarak helak olduklarıdır. Abduh, Allah Teâlâ’nın kudretinin büyüklüğüne delalet etmek üzere tezkir buyurduğunu söylediği ve azim amellerinden bir amel diye tasvif eylediği büyük işin mütevatir olduğu vechile bir harika olmasını nedense söylemek istememiş, seng kilden yuvalar yapan kırlangıçlara benzer bir takım kuşlara fındık, nohud, mercimek kadar ve kuzuları, tavşanları, yılanları ve saireyi pençelerine takıp takıp veya gagalarına alıp alıp Semaya kaldıran karakuşlara, kartalla, leyleklere benzer bir takım kuşlara da insan kafaları kadar ve daha bü gün ise Habeş askeri içinde daicüderi ve hasbe faş oluverdi” diyor. Buna mütevatir demek ise yalan olmuştur. Gerçi hadise ikinci gün olmuştur. Lakin bu telakki, bu sureti ifade Abduh’un sırf kendi vaz’ıdır. Gerek kitablarda gerek lisanlarda mütevatir olan ancak Kur’anın beyan ettiği vechile kuşlarla taşlanarak helak olduklarıdır. Abduh, Allah tealanın kudretinin büyüklüğüne delalet etmek üzere tezkir buyurduğunu söylediği ve azim amellerinden bir amel diye tasvif eylediği büyük işin mütevatir olduğu vechile bir harika olmasını nedense söylemek istememiş, seng kilden yuvalar yapan kırlangıçlara benzer bir takım kuşlara fındık, nohud, mercimek kadar ve kuzuları, tavşanları, yılanları ve saireyi pençelerine takıp takıp veya gagalarına alıp alıp Semaya kaldıran karakuşlara, kartalla, leyleklere benzer bir takım kuşlara da insan kafaları kadar ve daha büyük taşlar attırabilecek hiçbir kudret güya yokmuş, güya semadan taş yağdığı görülmemiş gibi bir zu’ma düşürecek tarzda bir te’vile sapmayı, o büyük işi adi gibi göstermeyi bir fevkaladelik saymıştır. Abduh’un bunu burada tevatür sözleri arasında bir tedlis olarak vaz’etmiş bulunduğu şu sözleriyle de sabittir: zira buna delil olarak şöyle diyor:

“İkrime demiştir ki: bu, bilâd-i Arabda ilk zahir olan cüderidir, Ya’kub İbni Utbe de tahdis ettiğinde demiştirki: biladi Arabda hasbenin ve cüderinin ilk görüldüğü o senedir”.

Görülüyor ki Abduh ikinci günü Habeş ordusunda çiçek ve kızamak illeti faş oldu, lakırdısını bu iki sözden istidlal ve istihrac etmek suretiyle kendi fikrinden söylemiştir. Hâlbuki yukarıda görüldüğü vechile evvela: bunlar mütevatir değil, rivayet içinde zayıf birer haberdirler, gösterilmek istenildiği gibi birbirlerini teyid edecek şekilde rivayet edilmiş de değillerdir. Saniyen: Abduh bunları da rivayet olunduğu gibi söylemiş, her birinin muradını izah eden canlı fıkralarını tayy edip birbirine uydurarak nakl eylemiştir. Gördük ki İkrime kuşları ve attıkları taşları söylemekle beraber, o taşlar kime isabet etdiyse cüderi çıkarttığını ve bunun ilk görülen cüderi olduğunu söylemiştir. İkinci günü taşlar atılır atılmaz cüderinin zuhur ve intişar edivermesi ise ayrıca bir garibedir, bunu söylemek başka, sade orduda cüderi illeti salgın oluverdi, demek yine başkadır. Zira böyle bir salgın zuhur etmek için mikropların hayli gün evvel faaliyete geçmiş bulunması lazımdır. Bir de İkrime hasbeden bahsetmemiştir. Hasbe, ya’ni kızamık Ya’kub İbni Utbe’nin sözünde var. O da bunu “arz-ı Arabda cüderi ve hasbenin ilk görüldüğü de o senedir diye tahdis olunduğunu söylemiştir. Bu ise fil vak’asından ziyade fil senesi ilk görülen hadiseleri anlatmış olmuyor mu? Üzerlik ve ebu Cehil karpuzu gibi mezbeliklerden çıkan zehirli ağaçlar Habeş ordusunun kırıldığı lahzada çıkıvermiş olmayıp o sene zarfında lâşelerinin yerlerinde çıkmış olacağı gibi bu karine ile çiçek ve kızamığın da bu kabilden olarak tali hadiseler olduğunu anlamak iktiza etmez mi? Haydi cüderi bu iki münkati’ haberin kadri müştere ki göründüğü için bu noktada birbirini tefsir ediyor denilsin ve bu i’tibar ile İkrime’nin kavli tefsir bakımından öbürüne takdim edilsin, o halde onun taşını hazf edip berikinin hasbesini onun yerine koymak neden neş’et etti. Yoksa hasbe kelimesinin kızamıktan başka çakıl manasına dahi gelmesinden de bir mana çıkarılmak mı istenildi? Her ne de olsa mütevatirin yanında İkrime ve Yakub’dan ileri gitmeyen bu zayıf ve münakatı’ bir rivayetten zorlamacasına çıkarılan böyle bir mütealanın bu şekilde bir vaz’u tedlis ile araya sokulup da mütevatir diye gösterilmesi ve bahusus mütevatirden başkasıyla tefsirin tafsilini caiz değil gibi telakki ettirmek isteyen mukaddimeden sonra böyle yapılması Abduh’un keskin dilini ve kalemini kirleten büyük bir hata olmuştur. Sonra da bunlara şunu zamm ediyor: ‘ve bu veba onların cisimlerine öyle yaptı ki mislinin vukuu nadir olur. Etleri dağılıp düşüyordu. Ordu ve sahibi bundan son derece korktu, dönüp kaçtılar. O Habeşî de musab oldu, etleri mütemadiyen parça parça parmak ucu kadar parmak ucu kadar düşüyordu, nihayet sadrı çatladı ve San’a’da öldü.’

Burada veba tabir etmiş, veba, taun: kolera demek ise de taun gibi umumi salgın bela manasına kullanmış olacak, fakat itibaslı olduğu için yerinde değildir. Bu veba tabiri rivayetlerinin hiç birinde yoktur, mislinin vukuu nadir olur sözü de kendi ifadesidir, bununla vakanın adi çiçek veba olmadığını söylemiş oluyor, doğrusu bunun heyet-i umumiyyesiyle misli görülmemiştir, bir de rivayetlerde askerin etlerinin dağılıp düşmesi yoktur, taşların tepelerinden inip arkalarından çıkmaya başladığı ve geldikleri yoldan kaçmak için yol aradıkları ve tarikte dökülüp düştükleri ve her menhelde helak oldukları vardır. Ancak Habeşî dediği Ebrehe hakkında söylediği gibi cesedinden musab olup San’a’ya varıncaya kadar eti mütemadiyyen parça parça enmile enmile düşe düşe bir kuş civcivi gibi kaldığı ve nihayet kalbi parçalanıncaya kadar ölmediği mezkurdur. Bunun ise gayet şedid bir cüderi olması mümkün olduğu gibi bir frengi veya misli görülmedik bir illet olması da mümkündür. Bunun arkasından Abduh bir de şöyle diyor: “işte bu, rivayetlerin üzerinde ittifak ettiğidir ve buna itikad sahih olur.”

“Haza, işte bu’ dediği sözün gelişine nazaran yukarıdan beri buraya kadar verdiği tafsilin hepsi demek oluyorki hiç doğru değildir. Bununla Abduh araya sıkıştırdığı çiçek ve kızamık lakırdısını da bütün rivayetlerde müttefekunaleyh imiş gibi göstermiş ve mütevatir olan kuş ve taş fıkraları kale alınmaksızın bütün vakanın misli nadir bir çiçek ve kızamık vebasından ibaret olduğuna hkm ederek itikadı sahih olacağı iddiasına kadar gitmiş ve sanki Kur’an’ın haricindeki rivayetlerin tafsilinde kuşlarla taş atılması müttefekünaleyh değilmiş de İkrime ve Yakub’un rivayetlerine bile tevafuk etmeyen ………………………….. lakırdısı müttefekünaleyh imiş diye itikad ettirmeye çalışmış sonrada Suredeki …Tevile kalkışmış bulunuyor.

Kendi zulmü öyle olabilir, lakin kendi kanaatini söylemek başka, rivayete isnad etmek başkadır. Halbuki tevaürü nakl ederken kendi vaz’ını dess ü tedlis ile dahi kalmayıp da …………. diye umuma karşı isnadda bulunması açık bir yalan olmuştur.”

Yaşar Nuri Öztürk, reenkarnasyon inancına sahip olduğunu Kur’an’daki İslam adlı kitabında belirtir. Hâlbuki dinimizde böyle batıl bir inanç yoktur ve olamaz. Zira iman ettiğimiz kader inancına göre; dünya yaratılmadan evvel, dünyaya gelecek insan sayısı takdir edilmiş ve ona göre ruhlar yaratılmıştır. Yani 2 veya daha fazla bedene bir ruh giremez. Nitekim Hz. Kur’an’da Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Nihayet onlardan her birine ölüm geldiği vakit der ki: ‘Rabbim! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı işler işlerim.’ Hayır! Bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar dirilip kaldırılacakları güne kadar önlerinde geriye dönmekten, onları alıkoyan bir berzah bir perde vardır.”[1]

Allah’ın beyan buyurduğu gibi ruhların tekrar geri dönmesi engellenmiştir. Kıyamete kadar bulundukları yerde bekletileceklerdir. Bu ayet her şeyi ayan beyan ortaya koyarken nasıl olur da bir ilahiyat profesörü tenasüh iddiasında bulunabilir?

Öztürk, Kur’an’daki İslam adlı eserine şu iddiada bulunur: “Hayızlı kadınlara ait fıkıh hükümlerini gözden geçirip Kur’an’a göre düzenlemelidir. Kadın hayızlı halde iken abdest alır ve namazını kılabilir.” Sanki 1000 yıllık fıkıh hükümleri Kur’an’a uygun değil de, Yaşar Hoca bu hükümleri Kur’an’a göre yeniden düzenleyecek. Hâlbuki bakın Hz. Kur’an-ı Azimüşşan’da Allah ne buyuruyor: “Resulüm! Kadınların adet hali hakkında soruyorlar. De ki: o bir eziyettir. Adet halinde iken kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.”[2] Ayetten de anlaşılacağı gibi kadınlar bu halde iken temiz değillerdir. Hâlbuki namazın 12 şartından biri de ne idi: Hadesten taharet. Yani temiz olmak. Erkekler cünüp ise gusl abdesti alana değin, kadınların da adetten temizleninceye kadar namazdan, Kur’an okumaktan ve mescidlerden uzak durması lazımdır. Ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ben mescidi, hayızlıya, cünüp olana helal kılmam.” Ve başka bir hadis-i şerifte buyruluyor ki: “Ne cünüp, ne de hayızlı Kur’an’dan hiçbir şey okuyamaz.” Yaşar Nuri Öztürk’ün bu iddiası cünüp erkeklerin de namaz kılıp, Kur’an okuyacağı sonucunu doğurur ki bu da yalanın yalan doğurduğunun ispatı olur.

Kur’an’daki İslam adlı kitabında kıble hakkında da tuhaf sözler söyleyerek beyinleri bulandırmaya çalışıyor: Bakara 115. ve 142. ayetlerde ‘Doğu’nun ve Batı’nın da Allah’ın olduğunu” belirterek: “Dolaysıya kul, namazını nereye dönerek kılarsa kılsın, yakarışı hedefine varır. Bazı bilginlere göre, andığımız bu ayetler kıbleye yönelme ayetini neshetmiştir. Buna göre namazın kıbleye yönelme diye bir şartı yoktur.” Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’de: Kâbe’ye karşı namaz kılmış idi. Lakin burada kıble tam olarak ne Kâbe ne de Mescid-i Aksa idi. Hazreti Peygamber, ibâdetini, Kâbe’de "Makam-ı İbrâhim" denilen mahalde yapıyordu. Makam-ı İbrahim’in nezareti "Kudüs"e doğru idi. Burada namazını kılarken "Resûl-i Ekrem’in yüzü hem Kâbe’ye hem de Kudüs'e karşı bulunuyordu. Çünkü Kâbe, Kudüs ile kendi arasında kalıyordu. Yani ne müşriklerin ve putperestlerin kıblesine nede Hıristiyan ve Yahudilerin kıblesine tam olarak dönüyordu. Hicretten üç yıl önce, Mekke'de Kudüs'e doğru namaz kılınmaya başlandı. Medine'de bulunan ilk Müslümanlar da namazlarını Kudüs'e doğru kılıyorlardı. Hatta Medine devrinin ilk zamanlarında yapılmış bulunan "Kubâ Mescidi" ile "Peygamber Mescidi" denilen "Medine Mescidi"nin kıbleleri de Kudüs'e doğru yapılmıştı. Kudüs'ün Müslümanlar için kıble olması, hicretten sonra da "16" ay ve birkaç gün sürdü.

Lâkin namaz kılarken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en büyük iştiyakı Hz. Âdem (a.s.) ile inşa edilmeye başlayan ve Hz. Peygamberin (s.a.v.) dedeleri Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.)’in yapıları olan Kâbe’ye yönelmekti. Hâlbuki Kâbe artık, yalnız puta tapıcıların tapınağı olmaktan da çıkmış bulunuyordu. Çünkü Müslümanlık, Medine puta tapıcıları arasında yayıldığı gibi, Mekkeli puta tapıcıların birçoğu da İslâm dinine girerek Medine'ye göç etmişlerdi.

Hicri 2. senede Recep ayında; Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Selemeoğulları yurduna gitmiş ve öğle namazı kılıyordu. Ve kıble Mescid-i Aksa idi. Namaz içinde kıblenin değişmesi hakkında ilâhî vahiy geldi. Birinci rekât kılınmış, ikinci rekâtın sonuna gelinmişti. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke'deki Mescid-i Harâm"a doğru dönülmesi emrolundu.[3] Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal, yüzünü "Kudüs’ten “Kâbe”ye doğru çevirdi. Cemaat de saflarıyla beraber döndüler. Yeni kıbleye yöneldiler. Namazın üçüncü ve dördüncü rekâtlarını "Mescid-i Harâm"a doğru kılarak tamamladılar. Bu sebepten Selemeoğulları Mescidine; “iki kıbleli mescit” mânâsına "Mescid’ül Kıbleteyn” denildi. Cebrail Aleyhisselamın, Allah tarafından vahiy getirmesi üzerine, Medine'de ve diğer yerlerdeki mescidlerin kıbleleri değiştirilerek Kâbe’ye çevrildi. Kıble ile ilgili ayetler:

“İşte böylece sizin insanlığa şahidler olmanız, Rasul’ün de size şahit olması için sizi mûtedil (orta) bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmeniz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.

(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.”[4] İşte bu ayet-i kerimeler ışığında namazın şartları arasında yerini almış olan kıble şartı, yalnız Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde değil, taa Hz. Âdem (a.s.)’den beri böyleydi. Bu Kur’an ve sünnetle sabit iken ve 1400 yıllık ümmetin uygulaması ortada iken Yaşar Nuri Öztürk bu gerçekleri saptırmaya çalışmaktadır.

Yine Kur’an’daki İslam adlı eserinde: “Peygamber de olsa netice de bir insan sözüdür.” diyerek Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’in hadislerini küçük görme cüretinde bulunmuştur. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de: “O arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdiklerini) kendisine indirilen vahiyden başkası değildir.”[5] Yine başka bir ayette Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.”[6] Ve son günlerde Öztürk’ün ağzına doladığı İmam-ı Azam Hazretleri bakın ne diyor: “Biz işitmiş olalım, olmayalım, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söylediği her söz baş göz üstünedir.”[7]

Yaşar Nuri Öztürk’ün politikalarından biri de kendi fikirlerini ifade cesareti bulamayınca, nakil yapar ve naklettiği kişiyi ve fikrini över. Mesela: “Kader meselesi üzerinde Türkiye’de önemli çalışmalarından birini yapmış olan Hüseyin Atay, sonuçta Kur’an’ın kadere iman diye bir anlayışa onay vermediğini söylemiştir.” demiştir. Yine aynı kitapta şöyle demiştir: “Bizzat hadis bilginleri kuşkusuz bir biçimde Peygamberimize ait olan sözlerin sayısını 30’dan yukarı çıkaramamaktadırlar. Rivayete göre İmam-ı Azam bu sayının 17 olduğunu söylemiştir.” Yaşar Nuri Öztürk büyük İmama iftira atarak iddiasına delil oluşturmaya çalışmıştır. İmam-ı Azam hiçbir eserinde hadis-i şeriflerin sayısının 17 olduğunu söylememiştir. Lakin İmam-ı Azam Hazretlerinin rivayet ettiği hadis sayısı 17’dir. Yaşar Nuri Öztürk hadis rivayeti ile hadis bilmeyi veya hadis-i şerif yazmayı bir görecek kadar âlimdir. Bakın Mukaddime eserinin müellifi İbn-i Haldun ne diyor: “Bil ki müctehid imamlar hadis ilminde hadis rivayetini çok veya az yapmak konusunda değişik tavırlar sergilemişlerdir. Ebu Hanife(Allah ondan razı olsun)’nin rivayetlerini 17 hadise ulaştığı veya buna yakın bir rakam olduğu söylenmiştir.” İmam-ı Azam tabiindendi. Fıkhın kurucularından olan sahabeden İbn-i Mesud(r.a.) ile de görüşmüştür. Yani İmam-ı Azam bir hadis râvisidir. Yani 17 hadis-i şerifin aktarılmasını sağlamıştır. Zira İmam-ı Azam’ın Müsnetlerinin sayısı 17’yi geçiyor. İmam-ı Azam’ın naklettiği hadislerin sayısı 4000’ni geçer. Hadis hafızı İbn-i Hacer onu, ‘çok hadis rivayet eden biri’ olarak nitelendirmiştir.

Kur’an’daki İslam adlı eserinde sahabeye bakın nasıl dil uzatıyor: “Ömer, uydurma hadislerin İsrailiyat kaynağından bir numaralı ismi Ebu Hureyre, Ömer’in vefatına kadar ağzını tutmuş, Yahudi kâhin Ka’b el Ahbar’ında katıldığı bir komplo sonucu öldürülen Ömer’den sonra tekrar Peygamber’e söz isnadına hız vermişti.”

Necm Suresi hakkında da çelişkili ifadeler kullanan Öztürk şunları söyler: “Hz. Peygamber’in kendi hayatlarında böyle bir cezayı uyguladığına asla ihtimal vermiyoruz. Çünkü bir insanı yarı beline kadar topla gömüp taşla vura vura öldürmek, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in herkesçe bilinen yüce şefkat ve merhamet duygularına aykırıdır.” (Kur’an’ın Temel Kavramları) hiçbir kaynak göstermeden, yine kendi kendine hüküm vermiştir. Ve yine zina suçu ile ilgili Yeniden Yapılanmak’ta şunları ifade etmiştir: “Hz. Peygamber’in Kur’an’ın(zina suçunun cezai yaptırımını) düzenlenmesinden önceki zamanlarda Tevrat hükümlerine dayalı olarak uyguladığı recm cezası, sonraki zamanlarda bir takım devşirme rivayetlerle İslam’a yamatılmış ve Kur’an dininin yıpratılmasında ısrarla kullanılan ithamlardan biri olmuştur.” Yaşar Nuri Öztürk burada bilgi ve belge eksikliği ile demogoji yaparak konuşmuştur. Hâlbuki İslam kaynaklara dayanır. İslam hükümlerinin kaynakları ise Kur’an ve Sünnet ile icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadır. Kur’an-ı Kerim’de zina ile ilgili uyarıcı ayetlerden sonra cezalar yazılmıştır. “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer sopa vurun.”[8]

Evli olanların zina yaptığı zaman recmedilmesi ise Resulullah efendimizin sünneti ile sabittir. Zira peygamber efendimizin Maiz bin Malik’i ve Beni Gamid’den bir kadını zina sebebiyle recmettiği ana kaynakların çoğunda yazmaktadır. Birçok sahabe bunu nakletmiştir ve mütevatirdir. Hadis-i Şerifte buyruluyor ki: “Benden öğrenin, benden öğrenin: Allah zina eden kadınlar için bir çıkış yolu açtı. Evli kimse, evli kimseyle zina ederse yüz değnek ve taşlanarak öldürme cezası vardır. Bekâr bekârla zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün edilme cezası vardır.”[9]

Abdullah bin Abbas (r.a.)’tan rivayete göre, Ömer bin Hattab halka hitap ederek şöyle dedi: “Şüphesiz Allah, Muhammed’i hak din üzere gönderdi ve O’na Kitab’ı indirdi. Recm ayeti de O’na indirilen ayetler içerisindedir. Biz o ayeti de okuduk ve ezberledik. Rasulullah (s.a.v.), zina eden evli kimseleri recm etti. Biz de halifeler olarak kendi halifeliğimiz döneminde recm ettik. Eğer insanlar, üzerinden uzun zamanlar geçince, bir kimsenin kalkıp Allah’ın Kitabında recm ayetini bulamıyoruz, diyerek Allah’ın indirdiği bir farzı terk edip sapıtmalarından korkarım. Eğer erkek ve kadın evli iseler v zina da etmişlerse delil varsa –veya kadın hamile ise- veya suçun itiraf edilmesi durumunda bu erkek ve kadına recm uygulaması haktır ve gereklidir. Allah’a yemin olsun ki eğer insanlar Allah’ın kitabına ilave yaptı demeyecek olsalardı bu ayeti Kur’an’a yazardım.”[10]

Maiz bin Malik isimli şahsın recmedildiğine dair eshabın da ittifakı vardır. Hişam Bin Sa’d (r.a.), Muhammed bin İshak (r.a.), İbn-i Abbas(r.a.), Cabir bin Semure (r.a.), Simak(r.a.), Ebu Hureyre (r.a.), Cabir bin Abdullah (r.a.), Ebu Said (r.a.), İbn-i Büreyde (r.a.) hazeratları bu hadiseyi nakletmişlerdir. Buhari, Müslim, Ebu Davut, Dariri’de geçmektedir.

Cabir (r.a.)’den rivayete göre, bir adam bir kadınla zina etti. Resulullah (s.a.v.) o adama yüz değnek vurulmasını emretti. Sonra o kimsenin evli olduğu haber verilince onun recm edilmesini emretti ve recm edildi. (Ebu Davud) Ve İmran bin Husayn (r.a.)’dan rivayetine göre de Cüheyneli bir kadın recmedildi ve cenazesi Peygamber Efendimiz (s.a.v.), tarafından kıldırıldı. Yani Yaşar Nuri Öztürk de, yoldaşları olan reformcularla aynı metotları takip ediyor, olan şeylere “yok” diyor, olmayanlara “var” diyor.

| Harun Çetin

AkademiDergisi.com

[1] Sûre-i Mü’minun/ 99-100

[2] Sûre-i Bakara/222

[3] Sûre-i Bakara/145

[4] Sûre-i Bakara/143-144

[5] Sûre-i Necm/ 3-4

[6] Sûre-i Haşr/7

[7] El-Âlim ve’l- Müte’allim

[8] Sûre-i Nur/2

[9] Müslim, Hudud:3, Tirmizi, Hudud: 8, Ebu Davud:23/3

[10] Buhari, Hudud:30, Tirmizi, Hudud: 7, Ebu Davud:23/6

http://gercekyasarnuriozturk.blogspot.com.tr/

Yaşar Nuri sonunda gerçek inancını açıkladı!

Sapık görüşleriyle yıllarca Müslümanların kafalarını karıştıran Müslüman görünümlü İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, “Dinci tasalluttan kurtulmanın felsefi çaresi Deizm’dir” açıklamasını yaparak gerçek inancını ortaya koydu.

Bir zamanlar televizyon televizyon gezerek sapık görüşleriyle Müslümanların kafalarını karıştıran, düşüncelerini bulandıran sözde İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, gerçek inancını açıkladı.

Deizm hakkında yazdığı yeni kitabıyla ilgili röportaj veren Öztürk, "Kuran; Deizm’i teşvik eden, terviç eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır" dedi.

"ATATÜRK DE DEİST’TİR"

Röportajında aşırı dindar insanların bir zaman sonra yozlaştıklarını iddia eden Öztürk, “Deistler, dinciliğin bütün kötülüklerine, rezilliklerine rağmen Allah’a inançlarını koruyan samimi mü'min insanlardır. Tarihin en namuslu, en ahlaklı, en üretken adamlarıdır. Atatürk de Deist’tir. Hem namuslu hem de Allah’a imanı olan adam başka bir yere gidemez” dedi.

DEİZM NEDİR?

Deizm veya Yaradancılık, mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu; dini bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve benzerine dayalı tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır.

Kehanetlerin, mucizelerin, dini dogmaların, demagojilerin ve kaynağı ilahi ilan edilen dinlerin reddinden dolayı peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günâh, ibâdet, dua, vahiy, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem, ahiret ve kader gibi kavramların bu inanışta yeri yoktur.

http://www.yeniakit.com.tr/haber/yasar-nuri-sonunda-gercek-inancini-acikladi-76654.html