19 Nisan 2020 Pazar
Köy Enstitüleri’nde Yaşanan Rezaletler
Köy Enstitüleri’nde Yaşanan Rezaletler – Müslümanım Ama Komünistim diyenlere duyurulur
***
CHP’nin kurduğu Köy Enstitüleri’nde yaşanan binbir türlü rezalet ve komünizm propagandası Meclis tutanaklarına geçmiştir. Dönemin Eğitim Bakanı Tevkif Ileri, 26 Aralık 1952 tarihli meclis konuşmasında, yaşanan rezaletleri, komünizm propagandasını ve anarşiye teşviki belgelerle ortaya koymuştur.
Tevfik Ileri’nin izahatından özetle naklediyoruz:
1 – Tanınmış bir Komünistin aynı illetle malul karısı, bu müesseselerin birine öğretmen olarak atanmış, öğrenciler bu yolda zehirlenmiştir. Birçok vatanperver öğrencinin bu haller karşısındaki aksülamelleri (tepkileri) de zamanın idarecileri tarafından şiddetle karşılanmıştır.
2 – Vesikalarla (belgelerle) sabit olduğuna göre bu Enstitülerde Komünizme dair eserlerin hulasaları (özetleri) talebe konferansları adı altında gençlere dinletilirdi.
3 – Iftiharla kaydedeyim ki bu hadiseler karşısında da en büyük tepkiyi, yine bu müesseselere devam eden temiz Türk köylüsü gençler göstermiş ve Büyük Millet Meclisine kadar başvurmuşlardır. Şimdi de ilgili dosyalardan, şahitlerin ifadelerinden alınan bazı satırları okuyorum.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü yüksek kısım öğrencilerinin konferanslarından tesbit edilmiş parçalar:
“Biz hala bu rejimi -Komünizmi- kabul ettiremiyor isek bu, o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafalarımızın geriliğindendir.
Son varılacak nokta; vatan, sınır kavgaları atılarak aile ve memleket diye bir şeyin tanınmadığı, bütün insanların kardeş olarak yaşamaya çalıştıkları bir merkezdir. Bunun için yapacağımız iş, hükümeti devirerek yerine geçmek, Komünistliği ilan etmektir.
Aile kudsiyeti saçmadan başka bir şey değildir. Senin karın, benim karım diye tabiat bir şey ayırt etmemiştir. Bunları ortadan kaldıracak elemanlar biziz.
4 – Bir öğrenciye hazırlattırılmış bir konferansta Rusya örnek olarak gösterilmiştir.
5 – Karl Marks’ın hayatı ve mezhebi hakkında konferanslar verilmiştir.
6 – Ahlaki gelenek ve göreneklerimize aykırı her türlü hareketler mazur görülmüş, hatta teşvik edilmiştir. Çirkin muamelelere hedef olan ve mukavemet gösteren kızlarımızdan bıçaklanarak tecavüze uğrayanların bulunduğunu gösteren şahadetler, vesikalar (belgeler) mevcuttur.
7 – Komünist Partisi’nin manifestosunun (bildirisinin) teksir edilerek öğrencilere dağıtıldığı da tesbit edilmiştir. O zaman neşredilen “Köy Enstitüleri Dergisi”nde Komünistliği telkin edici yazılar vardır.”[1]
“Müslümanım ama Komünistim” diyenlere duyurulur.*
Işte o Meclis tutanakları:
*
***
KAYNAK: [1] TBMM Zabıt Ceridesi, 9. Dönem, Cild 18, Içtima 22, 26.12.1952, sayfa 441 ve devamı.
Eşref Edib’in “Kara Kitap” adlı eserinde (Beyan Yayınları, Istanbul 2013, sayfa 72, 73) Tevfik Ileri’nin söz konusu konuşmayı 22.12.1954 tarihli oturumda yaptığı yazılıdır, ancak bu tarih 1952 olacak.
Kadir Çandarlıoğlu
https://belgelerlegercektarih.com/2014/11/07/koy-enstitulerinde-yasanan-rezaletler-muslumanim-ama-komunistim-diyenlere-duyurulur/
Köy Enstitüleri Demokrat Parti hükümeti tarafından millî ve manevî değerlere aykırı eğitim göstermesi dolayısıyla kapatılmıştır. Birer fesat yuvası haline gelen bu kuruluşların kapatılmasına halkımız çok sevinmiştir!
Köy Enstitüleri
1936’da Maarifvekili Saffet Arıkan’ın zamanında köy halkına pratik bilgi vermek ve Köy Eğitmeni yetiştirmeye matuf bir proje tatbikata konur. Bunun askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan gençler, yetiştirilip köylere gönderilir. Görünürdeki gaye, köye hem bir öğretmen, hem de modern üretim malzemesi ve tarım usûlleri sağlamak. Eğitimin malî yükünü hafifletmekti. İsmail Hakkı Tonguç zamanında 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan kanunlarla da köye eğitmen yetiştirme yaygınlaştırılır. Bu tatbikat daha sonra da Köy Enstitülerine dönüştürülür.
17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri Kanunu çıkarılarak köy okullarında vazife yapacak öğretmenleri yetiştirmek üzere, şehir ve kasabalardan uzak yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır. Bu kanunun TBMM’de görüşülmesi sırasında asıl gayenin farkında ve karşı görüşte olanlar, “Köylülerin parasız çalıştırılarak acımasızca istismar edileceği, kız-erkek bir arada eğitim görmelerinin ahlâk anlayışına aykırı olduğu, Köy Enstitüleri’nin keyfî olarak geliştirilmiş bir model olduğu ve neticede “yarım münevver” (hatta dinsiz, inançsız bir tip) yetişeceğini” savunmuşlardır! Zaman onları haklı çıkarmış, bu okullarda yetişenler, köylerinde halk arasında ve derslerde resmen dinsizlik ve ahlâksızlık propagandası yapmışlardır. Bunlar aynı zamanda o günkü Cumhuriyet Halk Partisinin birer militanı idi. Böylece halkın din ve ahlâk konusunda yozlaşmasında büyük rol oynamışlardır! Bu menfî gelişmelerle ilgili (hususiyle din, ahlâk, namus konusunda) tüyler ürpertici örnekler hâlâ canlı olarak yaşayagelmektedir!
Buralardan yetişen Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Fakir Baykurt ve Mahmut Makal gibi yazarlar, yazdıkları eserlerinde açıkça komünizm ve ahlâksızlık propagandası yapmışlardır.
Rus asıllı İsmail Hakkı Tonguç ile Millî Eğitim eski Bakanlarından Hasan Ali Yücel de, dinsizlik ve ahlâksızlık eğitiminin baş mimarlarından, aynı zamanda bu zararlı kurumların kurucularındandır!
1942-1943 öğretim yılında ise, Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsüne öğretim süresi üç sene olan bir “Yüksek Köy Enstitüsü” eklendi. 1947’de eğitim programları büyük değişikliklere uğradı ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı.
Asıl Gaye
Köy Enstitülerinin kuruluş gayeleri; medrese eğitiminin yerine, çağdaş ve pedagojik bir sistemle kendi örf ve adetlerine zıt bir aydın (!) grubu yetiştirmek içindi. Köy Enstitüleri Anadolu çocuğunun iman yapısını sildikten sonra yerine ahlâksızlık, milliyetsizlik, maddecilik ve komünizm çatısının kurulması için girişilen hesaplı ve planlı bir teşebbüstür. Zamanın idarecileri köylüye dayanmayan hiçbir inkılâbın kalıcı olamayacağını iyi anlamışlardı. Bu sebeple Köy Enstitülerinin görünürdeki temel hedefi eğitim ve öğretimdi. 3 Haziran 1942 günkü TBMM oturumunda Köy Enstitüleri Teşkilât Kanunu görüşülürken o günün Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel şöyle demektedir. “Köydeki öğretmen Cumhuriyetin ve inkılâpların yayıcısı ve öğreticisidir. Her konuda köylüye rehber olarak yetiştireceğimiz öğretmen köy çocuklarını bizim, siyasal düşüncemize göre yetiştirecektir...”
Yine Meclis’te 5 Haziran 1942 günkü oturumda Geçici Komisyon Başkanı Salah Yargı da “Köy Enstitüsü mezunlarının köyde misyonerlik (resmî ideolojinin yayıcılığı) yapacaklarını açıkca belirtiyordu. 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilât Kanunu’nun 10. maddesine göre Köy Enstitüsü mezunlarının görevleri belirleniyordu. Kanuna göre, Enstitü mezunu öğretmenler köyde; Eğitim ve öğretimi yerine getirecek, halkın ekonomik ve siyasî açıdan önderi olacaktı. Aynı kanunun 11. maddesine göre ise, öğretmenin bu gayeleri gerçekleştirmesi için vereceği emirlere herkes tarafından uyulması şartı getirildi.
1951’de Köy Enstitülerinin programı klâsik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirildi. Daha 1954’te çıkarılan 6234 sayılı kanunla da köy enstitülerinin adı ilköğretmen okulu olarak değiştirildi. Köy Enstitüleri Demokrat Parti hükümeti tarafından millî ve manevî değerlere aykırı eğitim göstermesi dolayısıyla kapatılmıştır. Birer fesat yuvası haline gelen bu kuruluşların kapatılmasına halkımız çok sevinmiştir!
Yine Halk Partisi iktidarı döneminde şehirlerde açılan halkevleri çerçevesinde halkın dinden ve ahlâktan uzaklaştırılması planlanmıştır!
Asırlık İkaz
Bu menfî gelişmeler sırasında Bediüzzaman Said Nursî (ra) Hazretlerinin, 1940’larda bazı kurumlara sunduğu şu uyarıcı gayet mühim tesbiti, günümüze de büyük ölçüde ışık tutmaktadır:
“ (…..) Evet, hürriyetçilerin (İkinci Meşrûtiyet Devri, İttihat ve Terakki Hükümetinin) ahlâk-ı içtimâiyede (toplum ahlâkında) ve dinde ve seciye-i millîyede (dinî ve millî ahlâkta) bir derece lâubâlilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, nâmuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, (gelecek nesli) seciye-i dîniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz (…..) Evet, eski Terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde, elli sene sonra, yüzde doksan nefs-i emareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrisi (araştırılması) …..” (Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 20, 21.)
Bu mühim ikazın kulak ardı etmemek lâzım!
https://www.yeniasya.com.tr/naci-tepir/egitimde-muthis-tahribat_303300
14 Nisan 2020 Salı
MEVDUDİ’NİN FİKİRLERİNDEN BİR NEBZE – AHMED DAVUDOĞLU
Mevdudi yazarlığıyla, üslubuyla, parlak ifadeleriyle meşhurdur. En fazla meşgul olduğu ilmin felsefe olduğu söylenir. Fakat kolay tarafından din âlimi olmaya da heves etmiş, dinde reformcu bir cemaat meydana getirmiştir. ‘
Dinin Yenilenme ve İhyası’ namında bir eser yazmıştır. Bu sebeple İslâm âleminin her tarafında, bilhassa Pakistan’da ve Mısır’ da şöhret bulmuştur. Mısır’ın reformcu yazarları onu göklere çıkartmış, buna mukabil Pakistan’ın Ehl-i Sünnet uleması da kendisini yerlerin dibine batırmışlardır. Memleketimizde bu zatı sevenler ve kendisine dinde söz sahibi imiş gibi mevki verenler bulunduğu göze çarpmaktadır. Anlaşılıyor ki, bu zevat Mevdûdî’nin kim olduğunu iyi bilmiyorlar. Onu en iyi bilenlerin kendi hemşehrileri olacağına şüphe yoktur. İşte Mevdûdî’yi öğrenmek isteyenlere naçiz bir hizmet olur ümidiyle onun hakkında Pakistan’da neşredilen bir eserden bazı kısımları tercüme etmeyi münasip gördüm. Eserin adı ‘Üstad Mevdûdî ve Hayatıyla Fikirlerinden Bazı Nebzeleridir. Eserin müellifi büyük hadis âlimlerinden Medrese-i Arabiye Müdürü faziletli Muhammed Yusuf el-Bennurî Hazretleridir. Kitap 1966’da Karaçi’de basılmıştır.
Önsözünden anlaşıldığı veçhile eser büyük hadis âlimlerinden Muhammed Zekeriyâ Hazretlerinin yazdığı bir hitabeye mukaddime olmak üzere kaleme alınmıştır. Biz onun bütününü değil bazı yerlerini aldık.
Şeyh Muhammed Yusuf, kitabının önsözünde şöyle diyor:
“İşte böyle bir zamanda Hindistan’da Ebû’l-A’lâ el-Mevdûdî’nin hareketi ve Cemaati İslâmiye teşkili başladı. İyi bir hükümet kurmak ‘Dinin Yenilenmesi ve İhyası’ adlı elverişli bir nizam meydana getirmek iddiasıyla ortaya çıkmış güzel güzel isimlerle fikir ve nazarları celp etmiştir. Millet onun davasında sadra şifa verecek deva ve bu hissedilir boşluğu dolduracak meta var zannı ile hemen davetine icabet etti. Onun çağrısını, davasını medh u sena etmeğe başladılar.
Mevdûdî bazı büyüklerin takdir ve iltifatları, bazılarını teyitleri, birtakımlarının onunla teşrik-i mesaileri arasında ilerlemeğe başladı. Hareket canlandı, kuvvetlendi; ilerledi ve dallandı.
Lâkin ne yazıktır ki kaleminden firaset-i iman sahiplerini intibaha getiren şeyler zuhur etti. Bu zevat kalplerinin keskin nuru sayesinde onun fikirlerindeki sapıklık ve çarpıklığın tehlikesini sezdiler.
Zamane dinsizlerinin her devirde dillerine doladıkları “İslâm, Müslümanların kötü davranışları yüzünden toplumu ilerletme hususunda muvaffakiyetsizliğe uğradı. O mübarek günler, sayılı birkaç yıldan ibaret kaldı. Bahtları yâr olmadı” lâkırdıları gibi o da ta ilk asırlardan başlayarak günümüze kadar selefe atıp tutmağa başladı, fesubhanallah.
Allah Teâlâ’nın bütün dinler üzerine muzaffer kılacağı,kıyamete kadar koruyacağım ilân buyurduğu birdin!..
Peygamberimizin -sallallahu aleyhi ve sellem- “Bir taife kıyamete kadar hakkı tutmaktan geri kalmayacaktır.” “Ümmetim en hayırlı ümmettir.” “Ümmetim delâlet üzerine ittifak etmez.” “Ümmetim yağmur gibidir, evveli mi daha hayırlıdır sonu mu bilinmez” diye nida buyurduğu bir din!..
Buna benzer birçok açık âyetler ve Resûlullahın -sallallahu aleyhi ve sellem- parlak hadisleri vardır ki, her nesilde hayrın bu ümmetle kalacağını gösteriyor. Bunun zıddına kim sesini çıkarır da Allah ve Resulünü yalanlayabilir! Mevdûdî gibi birisi mi bu dini yeniden diriltecek; bu ümmetin gelmiş ve geçmişinin yapmadığını yapacak? İşte buna şaşılır!
Bu gibi şatafatlı iddialar karşısında büyük ulemanın seçkinleri intibaha geldi. Ona hüsnüzan beslerken şimdi üzüntüye düştüler ve dini müdafaa için memleketi felâkete sürükleyen bu yanlış düşüncenin önünü almağa kıyam ettiler.
Bu büyüklerden biri, zamanımızın bereketi hadis âlimi Mevlânâ Muhammed Zekeriyâ Sıddîkî Hazretleridir. Kendisi hadiste yüce telifat sahibidir. Hayatı tedris ve telif suretiyle ilme hizmet ederek geçmiştir. Bu zat Mevdûdî’nin şöhretine aldanan bazı ulemaya bir beyanname yazdı. Beyanname basıldı. Bana da beyannameye bir mukaddime yazmamı rica etti. Bu mübarek davete derhal icabet ettim. Ve aşağıda okuyacağın satırları yazdım. Allah hidayet ve tevfıkin velisidir.
Muhammed Yusuf el-Bennurî
MEVDÛDÎ’NİN FİKİRLERİNDEN BİR NEBZE
MEVDÛDÎ’NİN NAZARINDA ALLAH, RABB, İBADET VE DİN
1- Mevdûdî “Kur’ân’ın dört temel ıstılahı” adlı kitabının mukaddimesinde şöyle devam ediyor: ” İlâh, Rab, İbadet ve Din! Kur’ân’ın dört temel ıstılahı! Bunları bilen Kur’ân’ı bilir. Bunları bilmeyen Kur’ân’ı bilmez; tevhidi bilmez, şirki bilmez; ibadetin yalnız Allah’a mahsus olduğunu da bilmez. Her kime bu ıstılahlar gizli kalırsa mii’min bile olsa o kimseye Kur’ân’ın anlaşılması gizli kalır ve mü’min olmasına rağmen inanç ve ameli eksik olur.”
Sonra şöyle iddia ediyor: “Bu ıstılahların manalarında Kur’ân’ın indiği devirdeki anlaşılandan değişme vaki olmuştur. Bu geniş manalar yerlerini dar mâdût ve miibhern manalara terk etmişlerdir. Bunun iki sebebi vardır: Arap dilinin zevkinin azlığı ve Müslümanların islâm devrinde doğmuş olmaları. Bu sebeple Kur’ân’ın indiği devirde kâfirler hakkında kullanılan bu manaları bilememişlerdir. Bilahare mezkur ıstılahlara Kur’ân’ın indiği devirde kullanılan manaları ile birlikte lügat uleması ve tefsir erbabına da gizli kaldığı için insanlar dinin dörtte üçünü anlayamamış hatta İslâm’ın hakikî ruhu kendilerine gizli kalmıştır. Bundan dolayı da inançlarında ve amellerinde eksiklik görülür.”
Mevdûdî’nin söylediklerini tam sadakat ve diyanetle tercümesi budur. Risalesinin sonunda
(156’ncı sayfada) “Allah Teâlâ Peygambere -sallallahu aleyhi ve sellem- Nasır sûresinde farzları (yâni peygamberlik farzlarını) eda ederken kendinden sadır olan kusurlarından dolayı Rabbine istiğfarda bulunmasını emretmiştir” diyor.
Tenkit ve Muaheze:
Mevdûdî’nin sözünden anlaşılıyor ki lügat uleması ve müfessirler bu isimlerin Allah tarafından murat edilen manalarını bilememişlerdir. O bu zevattan hiçbirini istisna da etmemiştir. Bunları üstad Mevdûdî’den başkası anlayamamıştır iddiası şüphesiz şatafatlı bir davadır. İşin cidden şaşılacak tarafı, Mevdûdî bu manaları izaha başlayınca orta çağların lügat âlimlerinden İbn-i Esîr el-Cezerî, İbn-i Manzûr el-İfrikî, Firûz Abâdî gibi zevatın “en-Nihaye”, “el-Lisan” ve “el-Kâmus” adlı eserlerinden istifadeye mecbur olmuştur. Kendisinin boyu Ebû Ubeyde, Ebû Ubeyd, Ebû Hanife ed-Dîneverî, İbn-i kuteybe gibi lisan âlimlerini ve onlardan sonra gelen Ezherî ve Cevheri gibi zevatın topuklarına bile eremez. Şu hâlde Mevdûdî’nin bu kelimelerin şerhlerini, hakikî ve mecazî manalarının izahını, Müslümanlar arasında ve Müslüman evlerinde doğup Araplarca murat edilen manalarını bilmeyen bu zevattan alması nasıl doğru olabilir? Böyle büyük bir dava bütün dalâlet ve sapıklık kapılarını açmak demektir. Bütün bu asırlar boyunca lisan ve tefsir ulemasından emniyet kalkar. Kur’ân’dan şahit göstermeksizin lisan uleması ile tefsir erbabı ile ihticac etmeksizin dilediğimiz gibi akıl ve idrakin anladığı şekilde tevil yolunu açar.
Bak bir kere Allah hayrını versin! Öyle bir şey ki onu Muhammed bin Cerîr et-Taberî ve sonrakileri bilememiş; Cûrcânî, Zemahşerî, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim, İbn-i Kesîr bilememiş; onlardan öncekiler ve sonrakiler bilememişler… Aradan 14 asırlık uzun bir fetret devri geçtikten sonra Mevdûdî anlamayı üzerine almış!.. Bu kelimelerin manaları bilinmediği için şu derin uçurum meydana gelmiş… Hem de şu dört kelimeden: İlâh, Rab, ibadet ve din!
Bundan daha kepaze cehalet olur mu -ilk asalardan bugüne kadar Arap ve Acemden gelmiş geçmiş bunca lisan uleması belagat erbabı, muhaddisler, müfessirler bir şey anlamamış da, Arapçayı iyi konuşup iyi yazamayan hatta Urduca tercümelerin yardımı ile anlayabilen bir ecnebi adam anlamış!..
Lât ve Uzza’ya tapanlar ilâhın, rabbin, ibadetin ve dinin manalarını anlamışlar da bütün Müslüman ümmeti Peygamberlerinin ilmini asırlarca birbirlerinden aldıkları hâlde bunların manalarını bilememişler! SubhanallahL Sen hiç akıllara bu davadan daha uzak bir söz gördün mü? Bir şey ki onu cahiliyetleri devrinde kâfirler biliyor… İslâm devrinde Müslümanlar Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem-kendilerine kitap ve hikmeti öğretmesine rağmen bilemiyorlar!.. Herhalde onu Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-de anlamamıştır. Yahut Müslümanlara öğretmemiştir, Öğretse bile birkaç asır sonra bu anlayış inkıtaa uğramıştır.
Acaba bu uzun ve geniş davalar niçin? Bunlar nefisteki bir hacet ve kalpteki bir maraz içindir. Bunları iddia ediyor ki tevile ve kelimelerin manaların bozmaya imkân bulsun! Bütün bunlar kitaplarında risalelerinde neşrettği tevil ve tahriflere hazırlıktır.
Bunlarla istediğini yapmak kendisine mümkün olur. İşte kitaplarında muameleler, akitler, ahitler, dünya işleri, idare ve hayat nizamı gibi dinde olan her şeyi ibadet saymıştır. İbadetin namaz, oruç, zekât ve hacca münhasır olmadığını açıklamıştır. Bunların yanında iddia ettiği diğer şeyler bulunmazsa kurtuluş yoktur. Hatta bu ibadetlerin İslâm’da bizzat maksut olmayıp sulta ve iktidara gelmek, devlet kurmak için birer vasıta olduğunu iddia etmiştir. Bundan şu anlaşılır: Hükümet kuruldumu, bu vasıtalardan beklenen maksat son ermiştir. Şu hâlde hassaten bu dört ibadete lüzum kalmamıştır…
Sen bundan daha açık dalâlet ve çarpıklık gördün mü? Ama kitaplarında ve yazılarında bu iddiaların çoğu yalabık kara kayanın üzerinde karıncanın kıpırtısı gibidri. Onları öyle bir üslûpla anlatır ki anlayan pek az olur. Şüphesiz zamanda kör fitneler zamanıdır. Nitekim Buhârî ile Müslim’in hadislerinde bir adam hakkında “Ne akıllı ne zarif adam! Ama kalbinde hardal tanesi kadar iman yok!” buyurulmuştur. Allah’a sığınırız.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-Hâtemü’l-Enbiya ümmeti de Hâtemü’1-Ümem olduğuna göre hiç İslâm dininin esasları bir kimseye gizli kalır da her sapık dilediğini yapabilir mi? Hayır, hayır! Din mahfuzdur; şer’î hakikatler mahfuzdur. Onlar hem ilmen hem amelen ma’mulun bihtir. Onlara şek şüphe arız olamaz.
Hâsılı bu isimlerin manalarını Mevdûdî’den başka kimse bilemeyince o dilediği tevili ve tahrifi yapmış; tevil kapısını ardına kadar açmış; İslâm ümmetini ulemasıyla, muhaddisleriyle, fukahasıyla toptan cahil çıkarma imkânını bulmuştur!
Umarım bu tembih kanaatbaş olur da onu tetkik ve tahkik için kâfi gelir. İnayet Allah’tandır.
Risalesinin sonunda anlattıkları da şaşılacak şeylerdendir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-nübüvvet farzlarında kusur ettiği için Allah kendisine tövbe ve istiğfarı emretmiş!..
Allah’ın bu emri nerede, kusur etmek vazife yapmamak nerede!.. Anlaşılan bu adam, günah olmadan tövbe olmaz biliyor. Ve Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem- vazifesini eda hususunda günah işlediğini, kusur ettiğini sanıyor. Zavallı bilmiyor ki Resûlullahın -sallallahu aleyhi ve sellem-istiğfarımn manası başkadır. O, namazdan çıktımı, “Estağfirullah, estağfirullah” derdi. Namaz günahmıydı ki, ondan dolayı Rabbine istiğfarda bulunurdu! Heladan çıktığında “Allahım senin affını dilerim” derdi. Acaba Rabbine isyan mı etmiş de af diliyordu. Böyle birçok yerlerde istiğfar ederdi.
Allah Teâlâ Fetih sûresinde “Ta ki Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlasın” buyurarak umumî ilânda bulunmamış mıydı! Allah Teâlâ onun kadrini böyle yüceltmiş; ona nimetini böyle tamamlamıştı.
Bütün ümmet peygamberin masum olduğuna ittifak etmiştir. Bu gibi yerlerde istiğfarı ise Allah Teâlâ’yı ve Kibriyasını şiddetle bilmesine hamd u senasının O’nün Celâl ve Kibriy asına yetmediğine nazarandır; yetmediği için istiğfar eder. Nitekim secde duası hakkındaki Müslim hadisinde “Sana hamd u senayı sayıp bitiremem, sen kendini nasıl sena buyurdunsa öylesin” demiştir. Ortada ne günah vardır, ne suç! Ne taksir vardır, ne hata! O hâlde hani peygamberlik vazifelerini yaparken noksanlığı nerede.
Mevdûdî sanki gözetleme kulesine yerleşmiş de kalbinde ve inancında beslediği “Bütün peygamberler hata ederler, günah işlerler; ismet daimî değildir” davasını ilân için fırsat gözetiyor. Ve kalbindeki inancı kaleminden damlıyor. Kalbin içinde ne varsa dışına da o sızar. Bunları aşağıdaki beyanımızdan anlayacaksınız.
Mevdûdî’nin yazılarında Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem- veya diğer peygamberlerin kusur işlediklerinden bahsetmesi bir kalem hatası değildir. Bu onun kalbine akide gibi yer eden bir şeydir. Ve onun uydurma kaidelerinden biri olmuştur. Bu suretle peygamberlik mansıbına dokunuyor; bununla da dinin temeli sarsılıyor. O, Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem- sair insanlar gibi kimi isabet, kimi hata, bazen itaat, bazen isyan eden bir insan olduğuna inanıyor. Ona göre Peygamber masum değildir.
Mevdûdî’nin kitaplarını, makalelerini ve hadislerini okuyan bir kimse, buna satır aralarında rahatlıkla ve serbestçe vakıf olur. Peygamber masum değildir. Sahabede, cahiliyet marazlarından, arınamadıkları bir şeyler kalmıştır. Şu hâlde dinden emniyet kalkıyor demektir. Biz dini kimlerden alacağız?
Mevdûdî’nin cemaatinden ilmi ile tanınan Müftü Muhammed Yusuf, bana bir defa reddiye olarak yazdığı makalesinde: “Kur’ân bütün peygamberlerin asî ve günahkâr olduklarını beyanla doludur. Sen ise onlar için masumiyet iddia ediyorsun” diyordu. Allah’a sığınırız.
Buradan anlaşılıyor ki, bu fikir onun cemaatinin inançlanndandır. Onu liderlerinden ve başkalarından almışlardır.
MASLAHAT İCABI İSLÂM’IN TEMELLERİ DEĞİŞEBİLİR
2- Üstad Mevdûdî hulâsa olarak şöyle diyor: “İslâm’ın temelleri iki kısımdır. Bir kısmı değişiklik kabul etmez, Allah’ın birliğine inanmak ve peygamberlik böyledir. İkinci kısım maslahat icabı değişiklik kabul eder.”
Bundan sonra Teâlâ Hazretlerinin: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve kadından yarattık, tanışasınız diye sizi cemaaatlere, kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah indinde en makbulünüz en ziyade takva sahibi olanınızdır” âyet-i kerimesiyle buna misal veriyor.
Mevdûdî şöyle diyor: “Bu kaide dinin temellerinden biridir, efrat ve kabileler arasında adalet, neseb ve kabile gibi her unsurî tefrikaya son vermek! Kıymet ve üstünlük kişi- ile Allah arasındadır.
Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bununla amel etmiştir. Bunu birçok defalar ilân da etmiş; köleleri, azatları kumanda mevkilerine tayin suretiyle bilfiil icra etmiştir. Bu nizamı kurmağa çalışmıştır. Lâkin memleket nizamı kurma zamanı gelince bu temel kaideyi çabucak terk etmiş; ‘İmamlar Kureyş’ tendir’ demiştir.” İşte muhterem üstad Muharrımed Eşrefin el-Minber mecmuasının 21 Ocak 1958 tarihli sayısında bu yanlış fikri uzun uzadıya tenkit ederken Mevdûdî’den hikâye ettiklerinin cümlesi budur.
Mevdûdî: “Araplar hilâfet ve riyasetin Arap’ tan başkasına verilmesine tahammül edemiyorlardı. Hatta hilâfete Kureyş’ten başkasının getirilmesini Çekemiyorlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz, Kur’ân’ın ifade ettiği eşitlik esası ile ameli terk etti. Dini kurmak için ashabını da bundan menetti…” diyor.
Tenkit ve Muaheze:
Bu son derece hatalı bir düşüncedir. Dalâlet ve çarpıklığın evc-i bâlâsına ulaşmıştır. Onu ret ve tenkit yerini tutacak hiçbir tevil temizleyemez. Şenaati fecrin doğuşu kadar açıktır. Hiçbir delil ve burhana ihtiyacı yoktur. Evet, namaz, zekât, oruç, hac ve emsali her ibadet İslâm’ın esas maksatlarından da olsalar, memleketin nizamı gerektirirse değişebilirler. O buna “amelî hikmet” adını veriyor. Dinin şer’î temellerinden her şeye girer.
Bir bak! Allah hayrını versin! bundan daha açık bir dalâlet ve çarpıklık gördün mü?
Üstad Mevdûdî, Pakistan devletinin milletvekilleri ve devlet başkanı seçimi yapılırken “Cemaat-i İslâmiye” nizamnamesinde, yeni keşfedilen bu fikri ileri sürmüştür. Pakistan’ın merhum Devlet Başkanı Eyüp Han’ın karşısına Fatma Cinnah Hanım çıkmıştır. Mevdûdî ile cemaati, Allah’ın verdiği bütün güç ve kuvvetleriyle Fatma Hanımı tutmuş; bütün başkanlık sıfatlarının, riyaset vasıflarının Fatma Hanımda mevcut olduğunu, Eyüp Han’ın bunların hepsinden mahrum bulunduğunu iddia etmişlerdi. Memlekete reis olmak Fatma Hanımın hakkı idi!..
Ulema ve millet buna itiraz ettiler: “İslâm esaslarına göre kadında reislik selâhiyeti yoktur. Fatma Hanım reis olamaz” dediler. Mevdûdî ise bu temel kaideye sarıldı: “Bu nazariye İslâm’ın tedbil, tağyir kabul eden esaslarından biridir. Allah’ın birliğine inanmak ve peygamberlik meselesi gibi değildir…” dedi.
Onun bu akidesine karşı büyük gürültüler koptu. Gazetelerde, mecmualarda, meclislerde, kongrelerde geniş bahisler açıldı. Her taraftan yaygaralar göklere yükseldi. Mevdûdî’ye gölgesinden daha bağlı olan üstad Emin Ahsen İslâhî 1957 yılında bu fikir sebebiyle cemaatteki mevkiinden istifa etti. Hâlbuki onu cemaatte teyit eden, birçok fikirlerini süsleyip püsleyen, bütün gücüyle kendisini müdafaa eden bu zat idi. Fakat bundan sonra onunla beraber kalamadı. Bu lokmayı yutamadı. Bu sapık adamla kuvvetini, gençliğini, neharet ve himmetini yitirdiğinden dolayı üzüntü ve pişmanlık içinde ondan aynldı.
PEYGAMBERLERİN İSMETİ DEVAMLI DEĞİLDİR
3- Üstad Mevdûdî şöyle diyor: “Peygamberlerin ismeti (masum olmaları) zatları iktizası değildir. Lâkin peygamberlik farzlarını yerine getirmeleri için Allah onlan hata ve zellelerden korur. Allah onlan bir saat korumasa hata ve zelleler hususunda diğer insanlar gibi olurlardı… Güzel ve tedbir olmak üzere Allah bazen bu hassayı onlardan kaldırır; ta ki kendilerinden bazı zelleler sadır olsun! Allah bunu, onlann insan olduklarını, ilâh olmadıklarını göstermek için diler.” (et-Tefhimat’taki sözünün tercümesidir. Sayfa 57, cüz 2. Üçüncü baskı)
Tenkit ve Muaheze:
Peygamberlik vazifelerinde bütün peygamberlerin masum olduğu ve bu ümmetin ittifak ettiği bir sözdür. Bazı anlarda onlardan ismetin kaldırılması ise son derece tehlikelidir. Çünkü o an
belli değildir. Bu nüktenin fâsid olduğu meydandadır… Ve peygamberliğin şanını zedeleyecek şeylere götürür.
Meselâ henrhangi bir şey hakkında biri kalkıp “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bunu ismetinin kaldırıldığı zaman yapmıştır” diyebilir. Bu takdirde Peygambere emniyet kalmaz.
Bu ümmetin uleması şunu söylemişlerdir: “Peygamber —sallallahu aleyhi ve sellern- bazen içtihat ederdi. Şayet içtihadında yamlırsa bunun için Allahû Teâlâ tarafından tembih gelirdi. Vahiy inmezse Allah’ın emrinin içtihada uygun olduğu, içtihadında isabet ettiği anlaşılırdı.”
Mevdûdî’ nin söyledikleri nerede, bu izahat nerede! Üstad Mevdûdî, peygamberlerin nefis şerrinden mahfuz olmadıklarını açıkça söylüyor. Davud -aleyhisselâm- hata etmiş; Yunus -aleyhisselâm- peygamberlik vazifesinde kusur etmiş; Musa -aleyhisselâm- aceleci imiş; Âdem -aleyhisselâm- hırsına kapılarak ma’siyet çukuruna düşmüş!..
Telifatında ve yazılarında buna benzer saçmalar çoktur.
Sonra peygamberlerin insan olup ilâh olmadıklarını anlatmak için “Yemek yemeleri, sokaklarda yürümeleri yetmez mi? Onlara ecel ve ölüm gelmiyor mu? Diri olup ölmeyen yalnız Allah Teâlâ’ dır. Ne demek, yiyip içmeleri, ölmeleri ve buna benzer hâlleri insanlık sıfatlarından değil midir? Bu onlann insan olup ilâh olmadıklarını göstermiyor mu?” diyor.
Acaba Mevdûdî peygamberlerin insan olduğunu anlatmak için günah işlemelerine, asî olmalarına, zelle ve kusur yapmalanna muhtaç mı oluyor? Bu saptıncı, çarpık fikir ne oluyor?..
Mevdûdî “Cemaatin ve Vazifelerinin Aynası” adlı kitapta şöyle diyor: “Dinden hakikî maksat yararlı bir hükümettir.”
Yine orada sarahaten şunu söylüyor: “Bu maksattan gafil kaldıktan sonra Allah’ın rızasına ulaştıracak hiçbir amel kalmaz.” Yine orada “Bu maksadın husulü içtimaî bir kuvvete bağlıdır. Bu kuvveti ihlâl eden kişi büyük bir suç irtikap etmiş olur ki, bu suçu Allah’ın birliğini ikrarla namaz kılmakla yok edemez…” diyor.
Bu mevzuun etrafında muhtelif üslûplarla öyle dırldayıp duruyor ki, dinden maksat hükümet nizamından ibaret olan şu siyasî işler olduğunda tevile imkân bırakmıyor. Bunlar olmazsa hçbir namaz, oruç, ibadet ve tevhid kabul etmiyor.
Sanırım onun sözlerinden ilk intibaha gelen üstad Abdülmacid Deryâbâdî oldu. Ve maruf mecmuası “Sıdkı Cedid”de ona reddiye yazdı.
İslâm cemaatinin yalnız bu esas kaideleri insanların gözlerini açmağa, Mevdûdî ile onun fikirleri hakkında basiretlerini aydınlatmağa kâfidir. Lâkin son derece üzülerek söyleyeyim ki bir şeyi sevmek insanı körleştiriyor, sağırlaştınyor.
“Zira gözler kör olmaz, lâkin göğüslerindeki kalpler kör olur.” Sâdekallahülazîm!
Mevdûdî İslâm’ın üzerlerine kurulduğu ibadetler hususunda tefrita kaçtığı gibi hükümet kurmakta da tefrita kaçtı. Böyle bir şeye “dini yenilemek, dini ihya etmek” denir mi? Bu yenilemek midir, dini yıkmak mıdır? Bu dini ihya mıdır, yoksa dini öldürmek midir?
İnsaf edip yolundan sapmayana Allah rahmet buyursun.
MEVDÛDÎ’NİN DECCAL HAKKINDAKİ İTİKADI VE HAZRET-İ PEYGAMBERİ HADİSLERİNDE YANILMAKLA İTHAMI
Mevdûdî şöyle diyor: “Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Deccâl’in kendi zamanında yahut ona yakın bir zamanda çıkacağını zannediyordu. Ama bu zannı üzerinden 1350 senelik uzun asırlar geçtiği hâlde Deccâl çıkmamıştır. Binaenaleyh Peygamberin zannı doğru olmadığı subut bulmuştur.” (Resâil Mesâil, sayfa 57. basım Hicrî 1351.)
Sonra 1354 Hicrî yılında basılan ikinci baskıda “Peygamberin zannı vaktinden önceydi” cümlesini ziyade etmiş; 1362’de basılan üçüncü baskısında da: “1357 sene geçmiş, ama Deccâl çıkmamıştır. Hakikat işte budur!” ibaresini ilâve etmiştir. Kitabının 55’inci sayfasında da şunları yazıyor: “Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem- hadisleri arasında Deccâl hakkında rivayet edilen her hadisin onun bir düşüncesi ve kıyası olduğu sübut bulmuştur. Bir defa Deccâl’in Horasan’dan zuhur edeceğini başka bir defa İsfahan’ dan, bir defa da Şam’la Irak arasından çıkacağını sanmış, kimi onun Medine’deki İbn-i Sayyâd olabileceğini zannetmiş, bir defa da Filistinî’nin rivayeti veçhile Filistinli bir rahiptir demiştir.” Temîmidârî’de (Yâni Sahih-i Müslim’de.)
Tenkit ve Muaheze:
Evvelâ bu sözü, Deccâl’in çıkacağını açık açık inkârdır, hâlbuki Deccâl’in çıkacağı inancı kat’iyet ve yakın derecesine varan mütevatir hadislerle sabittir.
İkinci olarak: Bu söz Peygamberin -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hususta hata ettiğini “Geçmiş asırlar tarihi bu zan ve tahmini yalanlamıştır” demek suretiyle açıkça iddiadır.
Üçüncü olarak: Mesih Deccâl’in çıkacağı inancı mesih bin Meryem -aleyhisselâm-‘in gökten inişi gibi kat’î bir akidedir. Hatta her semavî dinde kat’î olarak rivayet edilegelmiş kat’î bir inançtır.
Buhârî’nin Sahîh’inde Abdullah bin Ömer’e mevkuf olarak birkaç yerde tahric ettiği bir hadiste: “Allah’a hamd u senada bulundu, sonra Mesih Deccâl’ den bahsetti. Onun hakkında uzun söz etti ve ‘Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki ümmetine uyanda bulunmasın. Hazret-i Nuh ve ondan sonra gelen peygamberler, Deccâl hakkında uyanda bulunmuşlardır. O sizin aranızda zuhur edecektir. Eğer onun hâlini bilmezseniz, Rabbinizin tek gözlü olmadığını bilirsiniz. Deccâl’in sağ gözü kördür, gözü salkımdan uğramış üzüm tanesi gibidir, ilâ âhire…’ buyurdu” deniyor.
Her peygamberin dilinden her dinde rivayet edilegelen şu şaşılacak tevatüre bak! 124 bin peygamberin dilinden bildirilen kat’î bir akide! Her peygamber kavmini ondan uyanyor. Sonra peygamberlerin sonuncusu -sallallahu aleyhi ve sellem- Deccâl’in fitnesinden hayatı boyunca fiilî hadislerle Allah’a sığınıyor; kavlî hadisleriyle ashabına ondan Allah’a sığınmalanm emrediyor, nihayet Deccâl’in çıkması kıyamet alâmetlerinden olmak üzere tevatüren sübut buluyor!.. Acaba akıllarda bundan daha kuvvetli kat’iyet tasavvur olunabilir mi?
Bu dinî hakikatler karşısında bir de Mevdûdf nin sözünü düşün!..
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-vazifesinden şüphe ediyormuş! Yaptığı yalanını da mülâhaza et! Resûlullahın -sallallahu aleyhi ve sellem- zannı doğru değilmiş!..
Dördüncü olarak: Mesih Deccâl’in çıkması, Peygamberin -sallalalhu aleyhi ve sellem- haber verdiği kıyamet alâmetlerindendir. Kıyamet nasıl kat’î ise bu akide dahi mütevatir olduğu için kat’îdir. “Uzun asırlar geçti, ama Deccâl çıkmadı” iddiası birinin kalkıp da “Nâslarda kıyametin yakın olduğu haber verilmesini tarih yalanlamıştır, çünkü asırlar geçmiş; ama kıyamet kopmamıştır” demesine benzer. Bununla onu hiçbir farkı yoktur.
“Ağızlarından söz olarak çıkan şey pek büyüktür. Yalandan başka bir şey söylemezler.”
Beşinci olarak: Deccâl’in çıkacağı yer hakkındaki ihtilâf cevherî bir şey değildir. Bu rivayetler arasındaki kad-i müşterek Mesih-i Deccâl’in çıkmasıdır. İster Horasan’da, ister İsfahan’da çıksın! Kaldı ki Horasan’la İsfahan aynı yerdir. Sonra Deccâl’ in memleketlerde dolaşması olacaktır. Binaenaleyh Şam’da veya Irak’ta yahut ikisinin arasında veya Mekke’de zuhur etmesi birbirine zıt veya çelişkili değildir. Bu gibi şeylerde ancak hadiste ve onun ifadesinde basireti olmayanlar şüphe eder.
Bu mukaddimenin sonuna büyük ulemnın ve din ululanm Mevdûdî ile cemaati ve tüzüğü hakkında l Ağustos 1951’de Delhi’deki “Cerniyet-i Ulema”nın yazıhanesinde aldıklan karan dere ediyoruz.
Din ulemasının büyükleri bu karan ittifakla alırken, içlerinde Deyubent’te Dâru’1-ulûm hocalarının reisi Şeyhülislâm Seyyid Hüseyin Ahmed el-Medenî,
Hindistan Başmüftüsü Muhakkik Şeyh Muhammed Kifayetullah Dihlevî, Deyubent Dâru’1-ulûm Müdürü Hakimu’l-İslâm Şeyh el-Kârî Muhammed Tayyip ed-Deyubendî, Sehar nufurda Mazahiru’1-ulûm Müdürü Muhaddis Mevlânâ Şeyh Abdüllâtif, “Evcezû’l-Mesâlik Şerhun Muvatta’ Limhalik” adlı eserin sahibi, asrımızın bereketi Şeyhü’l-Hadis Muhammed Zekeriyâ el-Kandolovî es-Sıddıkî, Hindistan’ın hatibi Cemiyet-i Ulema sekreteri Şeyh Ahmed Saîd, Mazahiru’l-ulhum Müftüsü Şeyh Saîd Ahmed vesair ilim ve fetva merkezi zevatta vardı.
Bu büyükler mezkur beldelerin ilim, fıkıh, din ve takva yönünden göz bebeği güzidelerdi. Fetva mercii bunlardı.
Kararın tercüme edilen nâssı şudur:
“Mevdûdî’nin ve Cemaat-i İslâmiye namındaki hizbinin eserlerini okumak, halkı din imamlarına tâbi olmak veya alâkayı kesmek hususunda serbest bırakmaktadır, bu da ammeyi helak ile tamamen delâlete sevk eden Müslümanların Ashab-ı Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ve Selef-i Sâlihîn ile alâkalarının azalmasına sebep olan şeylerdendir. Gerçekten, onun tahkikatının ve yanlış düşüncelerini birçoğunu halk benimsediği takdirde bunlar yeni bir fıkhın doğmasına, dinde modanın, İslâm’da ilm-i yakına karşı bid’atin zuhuruna vesile olacaktır, bu ise dinen son derece zararlıdır.
İmdi bizler sarahaten deriz ki: Bu gibi şeyleri ihtiva eden her hareket hatadır; Müslümanlara zarar verir.
Biz bu cemaatten ve bu hareketten beri olduğumuzu ilân ederiz.”
Ulema bu karara son derece müsamaha içinde ittifak etmiş; Mevdûdî’yi muaheze hususunda şiddet göstermemişlerdir. Umum halk onlara meyletmekten sakınsın diye kararı gazetelerde ilân ettiler.
Bu kararı 26 sene evvel Mevdûdî ilk meydana çıktığı zaman almışlardı. O zaman henüz bilahare meydana çıkan Sahabe ve Tabiîn’e dil uzatma hususundaki serkeşliği zuhur etmemişti, kaleminden şu senelerde görülen ve bazılarını arz etmiş bulunduğumuz şeyler henüz çıkmamıştı. O zaman tefsir sahibi değildi. “Dini Yenileme”, “Hilâfet ve Mülkiyet” gibi bitirimleri ihtiva eden şeylerin sahibi değildi. O zevat bizim gördüklerimizi görseler, bizim karşımıza çıkanlar onların da karşısına çıksa elbette Mevdûdî ile cemaati hakkındaki nükümleri bundan daha şiddetli olurdu. Ama bu büyük zevat basiretleri ile tehlikeyi sezdiler de sulehâ bu ehl-i takvanın yaptıkları gibi millete korunmalarını, ondan uzaklaşmalarını nisahat ettiler.
Bunların bir ikisi müstesna hepsi Allah’ın rahmetine intikal etmişlerdir.
Birkaç ay önce Hindistan’daki fetvalar merkezi ve Deyubent’teki Dâru’1-ulûm Müftülük Riyaseti, Mevdûdî ile cemaati hakında bir fetva çıkardı.
Fetvanın tercüme edilen nâssı şudur:
“Müslümanların Cemaat-i İslâmiye’den sakınmaları vaciptir. Bu cemaate iştirak etmek öldürücü bir zehirdir. Müslümanların vazifesi, delâlete düşmemeleri için halkı bu cemaate iştirakten menetmektir. Bu cemaatin zararı, faydasından çoktur. Binaenaleyh ona iştirak etmek şer’an helâl değildir.
Onu teyit ile yayılmasına yardımda bulunan herkes günahkâr olur. Sevap kazanacağı yerde günah ve ma’siyete davet etmiş olur. O cemaatten bir mescitte imam bulunan kimsenin arkasında namaz kılmak mekruhtur.”
Fetvayı Yazan:
Dayubent’te Fetvahane Reisi
Seyyid Mehdi Hasan
Cevap Sahihtir:
Fetva Reisi Naibi
Mes’ûd Ahmed
23 Cumadeğil Uhra 1370
http://dintahripcileri.com/mevdudinin-fikirlerinden-bir-nebze-ahmed-davudoglu/
MEVDUDİ VE GAYB MESELESİ
http://dintahripcileri.com/mevdudi-ve-gayb-meselesi/
MEVDUDİ VE SAPIK GÖRÜŞLERİ
https://www.ihvanlar.net/2012/08/31/mevdudi-ve-sapik-gorusleri/
Mevdudi’nin hezeyanı
http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=7156
SAPIK GÖRÜŞLERİNDEN KESİTLER
Mevdûdî’nin elimizdeki mevcut kitapları mutlak müçtehid edasıyla yazılmıştır. Âyet-i Kerimelere kafadan mânalar verilişi, salâhiyetli hiçbir müfessirden delil getirmeyişi, dört hak mezhepten birine göre yazılmayışı Mevdûdî’nin MEZHEPSİZ oluşunu gösteren apacık ve kat’i delillerdir.
Şimdi Mevdûdî’nin HİLAFET VE SALTANAT isimli mezhebsizlik zehiriyle dolu kitabına bir göz atalım:
1- Kitabın çeşitli yerlerinde “İslâm nazariyesi” tabirini kullanmaktadır. Halbuki İslâmda nazariye yok, edillei şer’iyye vardır.
2- Bir İslâm memleketinde, müslüman olmayanların iman edenlere verilmiş bulunan bütün medenî haklardan aynı şekilde istifade imkânına sahip bulunduğunu iddia etmekte S.58.
Halbuki bir gayri müslim, müslüman bir kadınla evlenemediği gibi seçme ve seçilme hakkına da sahip olamaz. Mevdûdî’nin savunduğu demokratik rejimlerdedir.
3- “Benim nazarımda bütün insanlar eşittir.” Demekte ve “Bizden olsun olmasın” diye de bir ilâve yapmakta. S.68
Halbuki insanlar ancak insan olarak eşittir. Fakat bir müslümanla bir kâfir eşit değildir. Müslümana namaz kılması icbar edildiği halde kâfire icbar edilemez.
4- “Ancak mü’minler kardeştir.” Âyet-i kerimesine istinaden bütün vatandaşların eşit olduğu hükmünü çıkarmakta S. 69-70.
5- S. 89’da Kâinatın Efendisinin kendisinden sonra bir şahsın yerine geçmesi hususunda işaret buyurmadığını iddia ederken hemen S. 90’da Hazret-i Ömer ile Hazreti Ebu Bekir’i hilafete tensip buyurduğunu yani hilafet derdine düşdüklerini söyleyerek açıkca bir iftira atmaktadır.
6- Eshâb-ı Kirâm’dan Sa’ad bin Ubade Radiyallahü Anh’a, farklı ictihadını kabilecilik taassubu olarak vasıflandırmaktadır. S. 112.
Halbuki dört halifenin sünneti, Resulullahın sünneti olduğu hadis-i şerifle sabitken son iki halifenin nümune teşkil etmediği intibaını çıkarmak suretiyle mezkûr Hadis-i şerifi tekzip etmektedir.
8- Hazret-i Osman Radiyallahü Anh’ın Hülefa-i Raşidinin tesis ettiği hükûmet nizamının aydınlattığı meşaleyi de söndürdüğünü iddia ederek köpek dilini göstermektedir. S. 117.
9- Hulefa-i Raşidinin doğru yolu gösterdiklerini fakat gitmedikleri intibaını vermek için, “Bu zevat-i kirama hülefa-i raşide-doğru yolda giden halifeler- demekten ziyade, Hülefa-i Mürşide- Doğru yolu gösteren halifeler- demenin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.” diyebilmektedir. S. 122.
10- Dinî mevzularda ince değil, çok ince düşünmenin gerektiğine ehemmiyet vermiyerek “Her şeyin üzerinde bu kadar ince düşünürsek o takdirde İslâm tarihinin %90’nını bir tarafa bırakmamız icap eder.” demektedir. S.129.
Halbuki yanlış bir hâdise anlatmamak için tarihin %100’ünü bıraksak dinimizde noksanlık mı meydana gelir?
11- Benî Ümeyye, yani Hazret-i Osman sülâlesinin memleket idaresinde söz sahibi olmasının kabiliyet ve işbirlikte izahının mümkün olamıyacağını, yani iltimasla getirildiğini iddia etmektedir. S. 130.
12- Hazret-i Osman’ın İslâmın ne olduğunu hâşâ bilmediğini isbat için “İslâm sadece memleket fethetmenin işi demek değildir.” diyebilmekte S. 133.
13- Eshâb-ı Kirâmdan baba ile oğulun Medine’ye getirilişine kızarak getirilmesini isteyen Resûlullah’a diş biliyor veya Hazret-i Osman’ın yalan söylediği intibaını vermek için “Hazreti Osman şöyle bir mesele ortaya attı: Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) “bir müddet sonra onların Medine’ye dönmelerine izin vereceğim” dediğini duymuştum.” şeklinde rivayet edebilmekte S. 134.
Hadis-i şerife istinaden getirdi demiyor da şöyle bir mesele ortaya attı, demekle Hazreti Osman’ı töhmet altında bırakmak istiyor mezhepsiz.
14- İbn-i Teymiyye’den bile nakiller yapmakta S. 135.
15- “Hazreti Osman’ın siyaseti hatalı idi.” demekte S. 141
16- Hazret-i Ali, Hazret-i Osman’ın temiz olduğunu isbatladı, demiyor da, “Hazreti Osman’ı temize çıkardı,” demek suretiyle hem Hazret-i Osman’ın suçlu olduğu, hem de Hazret-i Ali’nin bir nevi iltimas ettiği intibaını vermeye çalışıyor. S. 146.
17- S. 148’de “Hadiseler büyüyünce Hazret-i Osman bile hadiselerin bu şekilde gelişeceğini hesaplıyamamıştı.” Demek suretiyle güya Hazret-i Osman’ın ferasetsizliğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Hadiselerin o şekilde tecelli etmesi takdir-i ilâhidir. Peygamber aleyhisselâmın Taif’te mübarek ayaklarının kan içinde kalmasını hesaplıyamamış mıydı? Mezhepsiz aklının ermediği işlere karışmasan olmaz mı?
18- İslâmın emrettiği seçim şeklinin modern olmadığını veya modern seçim sisteminin islâmın koyduğu seçim sisteminden üstün olduğunu, dolayısıyle Hazret-i Ali’ye haksızlık yapıldığını belirtmek için “Bugünkü modern usullerle bir seçim yapılmış olsaydı Hazreti Ali kazanacaktı.” demekte S. 151
19- Hazret-i Sa’ad İbni Ubade gibi biat etmeyen bazı eshâb-ı kirâm için “Onlar islâm nizamını iyi düşünselerdi, biat etmelerinin zaruri olduğunu anlamış olacaklardı.” demek suretiyle (S. 152) farklı içtihadlardan dolayı bazı Eshâb-ı kiramı islâmı iyi iyi düşünmemek gibi bir ithamda bulunmaktadır. S. 153’de ise “Yeni halifeye bu zevat inanmıyorlar, veya inanmak istemiyorlardı, yahutta böyle hareket etmekle hususi bir maksatları vardı.” diyor. Ağzını topla Mevdûdî!
20- Mezhepsiz herif farklı içtihadlarından dolayı Eshâb-ı kirâma bakın nasıl yükleniyor: “Biat etmeyenlerin hareket tarzı, ümmeti hilâfet nizamından ziyade padişahlık tarafına yöneltmekten başka bir mânâ ifade etmez.” diyor. S. 153
21- S. 160’da şartlı biatın caiz olmadığını beyan ettikten sonra S. 162’de Aşere-i mübeşşere’den iki sahabinin şartlı biat istediklerini söyleyerek cennetle müjdelenen iki sahabiye noksanlık yüklemeye çalışıyor mezhepsiz.
22- S. 164’te “Neticede Talha, Zübeyir ve diğer kan davâsı peşinde koşanlar.” diyor da Şer’i kısasın yapılmasını isteyenler demiyor. Aşere-i mübeşşereden bu iki zata “kan davâsı peşinde koşanlar” şeklinde suçlamaya çalışıyor alçak herif.
23- S. 167’de Hazret-i Ali’nin karşı taraftakilerin şehitlerine de hürmet gösterdiğini ve mallarını da ganimet saymadığını rivayet ettiği halde mezhepsizliğinden dolayı karşı tarafa hücum etmekten kendini alamıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)