30 Eylül 2018 Pazar

Ermeni soykırımı yoktur










Amerikalı Tarih Prof Justin McCarthy Ermeni soykırımı yoktur

https://www.youtube.com/watch?v=9AeNZQIpMlM&feature=youtu.be

1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddiaları- ABD'li tarihçi Prof. McCarthy: - "Elimizde binlerce ama binlerce belge var. Bu belgeler Türklerin değil, Ermenilerin soykırım yaptığını gösteriyor"

Louisville Üniversitesi Tarih Profesörü Justin McCarthy, 1915 olaylarına dair Ermeni iddialarına ilişkin, "Eimizde binlerce ama binlerce belge var. Bu belgeler Türklerin değil, Ermenilerin soykırım yaptığını gösteriyor" dedi.

McCarthy, Toronto Üniversitesi'nde,Kanada Türk Dernekleri Federasyonu tarafından düzenlenen, "Doğu Anadolu'daki İnsanlık Trajedisinin 100. Yılı" konulu konferansta, 1915 yılında meydana gelen olaylarla ilgili bilgi verdi. 1915 Türkiye'sini anlamak için büyük fotoğrafa bakmak gerektiğini ifade eden Justin McCarthy, Rusya'nın o dönemdeki etkisinin gelişmeleri yönlendirdiğini söyledi. Söz konusu gelişmelerin din kaynaklı olduğunu anlatan McCarthy, "Müslüman çoğunluğun ortasında kalan Ermeniler, Rusya'nın teşvikiyle devlet olmak istediler" diye konuştu.-"İnsanlar devlete başkaldırdı"Bir devletin, vatandaşlarının yönetime başkaldırmasına karşı önlem almasının soykırım sayılamayacağını belirten McCarthy, "Ermeniler yaşadıkları devlete başkaldırdılar. Bunun adı nedir? Buna vatan hainliği derler" ifadesini kullandı.McCrthy, Taşnak Ermenilerinin, Van'ı işgal ettiklerinde şehirde katliam gerçekleştirdiklerini, Ruslara, geldiklerinde yapacak iş bırakmadıklarını ifade etti.-"Ermeniler İngilizlerle anlaştı"Rusların teşviki ile devlet olma hayaline kapılan Ermenilerin, İngilizlere birçok teklifte bulunduğuna değinen Justin McCarthy, şunları söyledi: "O dönem Osmanlı devletinin en kuvvetli ve düzenli orduları doğu bölgesinde idi. Ermeniler, Bağdat demiryolunu tahrip etmeyi, bu yolla Osmanlı devletine darbe vurmayı teklif ettiler. Bağdat demiryolunun çalışamaz hale gelmesi, Osmanlı devletinin yarısının gitmesi, savaşın da kazanılmasının da garanti edilmesi anlamına geliyordu. Ermeniler, İngilizlere güney ve doğuda karışıklık çıkararak yardımcı olmayı teklif ettiler."-"Osmanlı, Ermenileri bile Ermenilerden korudu"Böylesi durumlarda devletlerin yapması gerekenin, insanlarını korumak olduğunu belirten McCarthy, "Osmanlı da öyle yaptı. Ermenileri, olay çıkarttıkları bölgelerden başka yerlere taşıdı. Hatta Osmanlı, Ermenileri bile Ermenilerden korudu. Ermenilerin nefret ettiği Cemal Paşa, açlıktan ölmek üzere olan Ermenilere yiyecek dağıttı" değerlendirmesinde bulundu.McCarthy, Ermenilerin doğuda Osmanlı askerlerini, devlet görevlilerin, valileri bile öldürdüğünü, astığını ve işkence ettiğini, bu olaylardan sorumlu bir tane bile Ermeni bulunamadığını aktararak, "Şimdi kim soykırım suçlusu? Herhalde Osmanlı değil" diye konuştu.Tüm bu olaylar olurken, Osmanlı devleti yöneticilerinin, istese Ermenileri kolayca öldürebilecekken bunu yapmadığına dikkati çeken Justin McCarthy, "sadece bu kişilerin yerlerini değiştirdiler" dedi."Birileri 100 yıldır Osmanlı'nın Ermenileri katlettiğine dair belge arıyor" diyen Jsutin McCarthy, şunları kaydetti: "Eimizde binlerce ama binlerce belge var. Bu belgeler Türklerin değil, Ermenilerin soykırım yaptığını gösteriyor. Osmanlı arşivleri açık ama Ermenilerinki değil. Tarih, insanların birbirini öldürmesine savaş der. 1915'te orada olanlar da soykırım değil, savaştı."Eski ABD Başkanlarından Ronald Reagan'a danışmanlık da yapmış olan uluslararası hukuk ve ABD anayasa hukuku uzmanı Bruce Fein de, bir olaya soykırım denilebilmesinin kriterleri olduğunu belirterek, "1915 Türkiyesi'nde olanlara soykırım denilemez" ifadesini kullandı.Öte yandan konferans salonuna gelen bir grup Ermeni, organizasyonu protesto etti. Eylemciler, daha sonra üniversitenin güvenlik görevlilerinin müdahalesiyle salonu terk etti.

http://www.turkyurduhaber.org/haber/3715/abdli-tarihci-ermeni-soykirimi-yoktur.html

Ermeni soykırımı yoktur, Türk Milleti'ne yapılan katliam vardır

Türkler ve Ermeniler bin yıl aynı coğrafyada huzur ve barış içinde birlikte yaşamışlardır.Ermenilerin Osmanlı tebaası içinde her zaman özel bir önemi ve yeri bulunmuştur.Osmanlılar 'Millet-i Sâdıka' diye adlandırdıkları Ermenileri her zaman el üstünde tutmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu'nda 19. yüzyılın sonunda Ermeni azınlıktan 22 bakan, 33 milletvekili, 7 büyükelçi, 11 konsolos, 29 paşa ve 11 profesör bulunmaktaydı.

Ne yazık ki, 'hasta adam' dedikleri Osmanlı'yı yıkmak için başta İngiltere olmak üzere,Fransa, Rusya ve son dönemde ABD, kurdukları Taşnak ve Hınçak terör çeteleriyleErmeniler bu kadirşinaslığa ihanetle karşılık vermişler ve özellikle

1. Cihan Harbi sırasında Rus ordusunun himayesinde Türk Milleti'ni sırtından hançerlemiş,Türkleri ve Kürtleri katliama tâbi tutmuşlardır. Ermenilerin bu katliamı 1915-1920 arasında yoğun bir şekilde devam etmiştir. Ermeniler, özellikle doğu, güneydoğu ve güneyde Türkler üzerinde 'etnik temizlik' hareketine girişerek kendilerine devlet kuracak coğrafya oluşturmaya çalışmışlardır.

***27 Mayıs 1915'te başlatılan 'Ermeni Tehciri' aslâ bir 'Ermeni soykırımı' hareketi değildir.Ermenilerin Rus ordusunun himayesinde bir gecede Van'da 30 bin Müslüman Türk veKürdü katletmesi, bardağı taşıran son damla olmuştur ve bu olayı tâkiben İttihatçılartarafından 'Ermeni Tehcir Kararnamesi' çıkarılmıştır. Ermeni Tehciri, hiçbir şekilde bir soykırım ve katliam hareketi değildir.

Buna bazı aklı evveller gibi 'mukatele' de denilemez. Zira tek taraflı mukatele olmaz.Osmanlı, hiçbir Ermeni tebaasını katletmemiş; bilâkis tehcir edilen kafilelerin güvenliğini sağlamak için bütün hüsnüniyetiyle gerekli tedbirleri almıştır. Güneydoğu'da bazı aşiretlerin tehcir kafilelerine şakavet için saldırıları esnasında bir kısım Ermenivatandaşımız kadar onları koruyan askerlerimiz de ölmüşlerdir.

Başta Osmanlı Arşivi olmak üzere 'Amerikan Millî Arşivleri' (NARA), İngiliz, Rus, Fransız veAlman arşivleri, bu süreçte kaybolan Ermeni sayısının 400 binin altında olduğunu ispat etmektedir.

Buna mukabil, Ermeni Komitacıları en az 1.5 milyon Müslüman Türkü görülmemiş bir vahşetle katletmiştir. Sadece Osmanlı'nın Revan eyaletinde yapılan etnik temizlik ile tek bir Türk bırakılmamıştır.

Bizzat Ermeni kaynakları ve Rus Arşivleri bunu teyid etmektedir.

***Başbakan Erdoğan'ın önceki gün yayınladığı 'Ermeni tâziyesi', insanî ve siyasî bakımdan doğru bir jesttir. Lâkin bu 'tâziye mesajı', aslâ bir soykırım kabulü ve özür şeklinde değerlendirilemez. Yanlış bir zamanlama ile yayınlanan bu mesajı, Türk Milleti'nin kendisine karşı yöneltilen ırkçı iftiraları kabullendiği şeklinde anlamak; tazminat ve toprak talepleri konusunda heveslenmek mümkün değildir. Bu arada Başbakanımızın, sadece olaylar sırasında hayatlarını kaybeden Ermeniler için değil, Türkler ve Kürtler için de tâziyelerini bekliyoruz.

Türk Milleti, diyasporanın ve Ermenistan'ın gerçeklere tamamen aykırı iddialarını ve iftiralarını aslâ kabul etmeyecektir.

Altını çizerek belirtelim ki, Ermeni soykırımı yoktur, Türk Milleti'ne yapılan katliam vardır.

http://www.sabah.com.tr/yazarlar/guzel/2014/04/25/ermeni-soykirimi-yoktur-turk-milletine-yapilan-katliam-vardir

Dr. Alptürk Ünlü

ERMENİ SOYKIRIMI YOKTUR!

Yine varsayalım tutukladı ve ceza verdi. Ceza bitti, yine Türkler bir daha aynı kelimeleri söyledi, bir daha mı tutuklayacak? Bakınız bu yasa, İsviçre için çıkmaz bir sokaktır. Biz Türkler, çıkmaz sokakta bizi yakalamaya, kıstırmaya çalışan bu İsviçre’yi ve Ermeni Soykırımı ile ilgili yasasını etkisiz kılmak için, hep beraber onların çıkmaz sokağına hücum etmeliyiz.

Tarihi boyunca emperyalizmin kasası olan İsviçre adlı bir ülkede, saçma sapan bir karar alınmıştır. Bu karara göre: ‘Ermeni Soykırımı Yoktur’ dediğinden dolayı, Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu için tutuklanma kararı çıkartılmıştır. Evet, emperyalizmin kasası olan bu ülkede hangi paralar, kimin ya da kimlerin paraları ne şekilde, ne amaçla saklanıp, korunmaktadır? Bu korunup saklanan paralarda, kimlerin alın terleri, kanları ve canlarının payları vardır? Malumunuz olduğu üzere, acaba çok para haramsız olur mu? Bu paralarda haram varsa, bu haramlardaki haksız kazanç paylarına, emek sahiplerinin bedelleri ödenmemiş alınteri, kan damlaları ve can vermenin feryadı figanı karışmış mıdır? Örneğin, bir zamanlar İran’da Şah olduğunu söyleye söyleye yaşamış ve sonunda da ülkesinden kaçmış olan Muhammed Rıza Pehlevi adlı şahsın ve soyunun, İsviçre bankalarında ne kadar parası vardı? Bu paralarda da, İran’da yaşayan kaç milyon insanın hakkı vardı? Acaba, Orta ve Güney Amerika, Afrika ve Asya’daki ülkelerde diktatörlük yapmış olan başka liderlerin de İsviçre bankalarında paraları var mıydı? Bizim ülkemizde, bilhassa 1980 sonrasında, olumsuzluk kumpası ve tezgahını politikacılar eliyle kurmuş olanlar var mıdır? Başka bir söyleyişle, banka ve benzeri kuruluşlar eliyle, paraları bir mıknatıs gibi halkın elinden çekerek, gizlice İsviçre bankalarına yatırmış olan yerli haramzadeler bulunmakta mıdır? Haramzadelerin İsviçre’de üzerlerine kayıtlı paralar varsa eğer, bu haramzadelerin haramlarını saklamak ya da korumak demokrasinin hangi maddesi ya da ilkesiyle bağdaşmaktadır? Bazı vicdansızların paralarını saklama pozisyonuyla, insan haklarının çoğunluk adına olması gereken yönü, demokrasi anlamında ihlal ve de ihmal edilmiyor mu? Bu mudur, demokratik olmak? Demokrasiden bahsedip durmak, insanların hakları üzerinden yöneticileri tarafından ya da o yöneticilerle beraber hareket edenlerce paralarının gasp edilip gizlilik içinde saklanması mıdır? Bu mudur demokrasi? Yoksa demokrasi oyunu oynayanlar, sadece bu oyunu kendi kurallarınca ve işlerine geldiği gibi oynamak mı istiyorlar? Acaba onların kirli yüzleri, bir çeşit demokrasi oyunuyla mı ya da maskesiyle mi örtülüyor? Gasp edilen emeklerin, dökülen kanların ve zorla alınan canların üzerine, hiçbir şey olmamış gibi oturup durmak ve o kanallardan temin edilen paraları saklamak, korumak, neyin nesidir? Ey Türk milleti, böylesine insanlık tarihinde sicili bozuk bir ülke, adalet dağıtma palavrası altında komedyence faaliyetler içersine düşmüş görünmektedir. Bu durumun başka bir gerçeğine baktığımızda, Yusuf Halaçoğlu gözümüzde büyümekte ve büyüdükçe, kantoncu İsviçre iyice küçülmekte ve de küçülecektir de...

İnsanlar bazen ne güzel toplum pisikolojisinin gereğini yaparlar. Örneğin bir olay karşısında, baskı kurucuya karşı, ortak bir anlayışın ürünü olarak, orada bulunan herkesin hep beraber tavır alması, dayanışmanın en güzel örneği ise, milli dayanışmanın en güzel örneği de istenirse yapılabilir. Türk milleti, öğretim üyesi ve Türk Tarih Kurumu Başkanı olan Yusuf Halaçoğlu’nu sahiplenip, korumalıdır. Kimdir Yusuf Halaçoğlu? Yusuf Halaçoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde yetişmiş ve Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalında ihtisas sahibi olmuş bir öğretim üyemizdir. Yusuf Halaçoğlu’na sahip çıkıp, korumalıyız? Peki, nasıl sahip çıkarak koruyup, düşüncemizi uygulayabiliriz? Belki bazılarınız, Yusuf Halaçoğlu’nu vermemeliyiz diyeceğimi düşünüyor. Hayır, böylesi bir koruma ve himaye, sadece basitlik kokan bir anlayışın ürünüdür. Bu durumda siz, muhatabınızı sanki haklı duruma düşürüyorsunuz anlayışını da verebilirsiniz. Dolayısıyla onlar ‘bakınız, Türkler bu konuda suçludurlar ki, bizim yargımızdan kaçıyorlar’ edebiyatını da yapabilirler. Bizim hiçbir şeyden korkumuz olmamalı; ölüm de dahil... Çünkü korkakların korkusu, onların gelecek kaygısını ve geleceklerini ve geleceklerindeki umutlarını dahi ellerinden alabilir. Öyleyse biz ne yapalım? İsviçre yasalarına göre, Yusuf Halaçoğlu’nun yaptığı suçmuş, biz de o zaman, İsviçre yasaları bu konuyu nasıl olumsuz bulmuşsa değiştirene kadar, bıktırana kadar, akıllarını bu konuda başlarına alana kadar, o malum suçu işleyelim. Ben bu suçu, şimdi bağıra bağıra işliyorum: “Tarihte ve tarihimizde Ermeni Soykırımı yoktur”. Bu suçun işlenme yöntemi eğer İsviçre’de yapılıyorsa, oraya gidip, o suçu orada da işlemeye hazırım. Eğer bu suç, İsviçre’nin buradaki Elçiliği ve konsoloslukları bünyesinde oluyorsa, o binaların önünde içinde ya da telefonla, mektupla, telgrafla, internet ile o malum suç işlenebiliyorsa, o suçu bağıra bağıra, yaza yaza işlemek istiyorum. Siz de eğer akılcı, gerçekçi bir Türk milliyetçisi iseniz, bu suça, hep beraber ortak olup, işleyelim diyorum. Yani kısaca : “Ermeni Soykırımı yoktur!” İsviçreli yetkililer gelsin beni tutuklasınlar ve bu işe baş koyan insanların sayısı milyonlar olursa ne olur? İsviçre çöker, batar ve yıkılır. İsviçre’nin kara paracı olması, onun ekonomik anlamda güç sahibi olmasını sağlıyorsa da; İsviçre’nin nüfus açısından, eti nedir, budu nedir? Gerçekten de batı kapitalizminin en önemli kasalarından birisi olan ve finans kapitalin gelirlerinden kişi başına en çok beslenen bu ülkenin, normal koşullarda, dürüstlük, aklık, paklık gibi derdi olmamalıdır. Çünkü kendisi finans kapitalin pisliğinin içersinde, yıllarca kulaç atıp durmaktadır.. Ayrıca ilaç, saat vb. alanlarda da önemli gelirleri olan bu ülkenin, toplam nüfusu, İstanbul ilinin yaklaşık yarısı kadardır. Bu durumda varsayalım ki, dünyadaki Anadolu ve Azerbaycan Türklerinden on milyonu, “Ermeni Soykırım Yoktur” dedi. Ne olacak? İsviçre bu insanları tutuklayabilecek mi? Yine varsayalım ki, İsviçre bu insanları yasası gereği tutukladı. Peki, İsviçre bu insanları nereye koyacak? Yine diyelim ki, bu Türkleri tutukladı ve ceza da verdi. Ne kadar besleyebilecek? Arkadaşlar dikkat ediyor musunuz, biz Türklerin eline müthiş bir fırsat geçmiştir. Bunu organize olarak değerlendirmeliyiz. Bu değerlendirme sonucunda İsviçre ve benzer kafadaki ülkelere böylesine basit demokrasi oyunları ile cevap verebiliriz. O zaman bu çeşit ülkeler, böyle ulu orta “Ermeni sorunu” vb. kavramları da kullanamayacakları gibi, yasalarına da alamazlar. O nedenle İsviçre taze ve güzel bir örnektir. Onlar Alp dağlarındaki inekleri gibi, biz akıllı Türklerin kendisini sağmasını bekliyor. Örneğin bu Alplerdeki ineği sağmak isteyen akıllı Türkler çıkarsa ya da ülkemizdeki işsiz olanlar kapağı İsviçre’ye atmaya çalışırlarsa ve bu kapağı atmada “Ermeni Sorunu Yoktur” derlerse, bu akıllı Türkler ile işsiz Türkleri, İsviçre tutuklayabilecek mi? Yine varsayalım tutukladı ve ceza verdi. Ceza bitti, yine Türkler bir daha aynı kelimeleri söyledi, bir daha mı tutuklayacak? Bakınız bu yasa, İsviçre için çıkmaz bir sokaktır. Biz Türkler, çıkmaz sokakta bizi yakalamaya, kıstırmaya çalışan bu İsviçre’yi ve Ermeni Soykırımı ile ilgili yasasını etkisiz kılmak için, hep beraber onların çıkmaz sokağına hücum etmeliyiz. O nedenle İsviçre ve o yasası bu hücumu bekliyor. Belki bizim gibi kafadarları tutuklayacak, ama nereye kadar? İşte gelin tutuklayın, diyorum! Şimdi bütün Türkler, Ermeni Soykırımı yoktur demeli. Gücü yetiyorsa İsviçre gelsin tutuklasın Milyonlarca Türkü hangi hapishanesine dolduracak! Yoksa ülkesini Türkleştirmek mi istiyor? Bütün Türkleri oraya mı davet ediyor? Yusuf Halaçoğlu, onurlu bir Türk olarak görevini yapmıştır. Kaldı ki, Türklerin tarihinde gerçekten soykırım diye bir şey yoktur. Soykırım, katliam Hocalıdadır, Doğu Anadolu’dadır, Kırım’dadır ve Ahıska’dadır. Görüyorsunuz, İsviçre denilen her zaman her ortamda siyasi renk vermeden dolaşan bu ülke, şimdilerde nasıl renk veriyor. Bu ülke, Hitler döneminde bile, o kargaşalı günlerde dahi aradan sıvışmamış mıydı?

GELELİM SOYKIRIM MASALINA...

Arkadaşlar siz, bir buçuk milyon sayısını oturup saydınız mı? Düşününüz bu sayı ne kadar zamanda sayılabilir? Örneğin üç saatte, beş saatte ya da on beş saatte ve zorlayın, acaba bu sayı, yirmi dört saatte sayılabilir mi? Sayılamaz! Arkadaşlar normal bir sayım yöntemiyle bir buçuk milyon sayısını saymak, bir insan için günlerce sürebilir. Yiğit olan ve zamanı bol olanlar sıkıysa denesin! Peki, bir buçuk milyon insanın sayımı, bu kadar uzun sürüyorsa eğer, öldürülmesi o kadar kolay mıdır? O zaman, bu sorunun temelsiz olduğun anlayabilmek için, varsayalım o insanlar öldürüldüler ve bu insanların her birine kadın-erkek ve çocuk olarak ayırt etmeden ortalama, bir boy ve vücut rakamı verelim. Bu rakam dahi, onların lehine olmak üzere normal pozisyondan düşük olsun. Örneğin bir metre elli santim boy, elli kiloluk bir ağırlık tespit edelim. Bu ortalamaya yönelik boy ve kiloya mensup olan bir buçuk milyonluk kütlenin kaplayacağı mezarlıkların yüzölçümlerini tasavvur edebilir misiniz? Mademki bir buçuk milyon insan Anadolu’da öldürüldü, öyleyse bu kadar insanın mezarı nerededir. Üstelik soykırım olduğuna göre, ölümler de toplu yapılmış olmalıdır. Çünkü bir buçuk milyon sayısını saymak ne kadar zor ise, öldürmek ve o ölüler için tek tek mezar bulmakta zor olur. Öyleyse en gerçekçi ve mantıklı düşünce, bu ölülerin mezarları toplu bir şekilde olmalıdır. Öyleyse nerede bu mezarlar?

Orhan Pamuk denilen şahıs, bu konuda midesinden, bağırsağından konuşacağına bir buçuk milyon Ermeni’nin toplu mezarlarını göstersin? Bu konudaki benzer yol arkadaşı olan ve Sabancı Üniversitesi tarafından beslenen Halil Berktay’da toplu mezarları gösterebiliyorsa göstersin! Arkadaşlar, yok öyle bir katliyam ve mezar. Zaten olmayan katliyamın mezarı mı olur? Kaldı ki, Ermenilere soykırım yapmayı düşünen bir devlet, İstanbul ve Türkiye’nin batısındaki Ermenileri, bunun dışında tutabilir mi? Aslında dünyada soykırımların gerçek mucidi olan Anglo-Saksonların, tarihte toplulukları ne hallere getirdikleri hepimizin bildiği gerçeklerdir. Nedir bu gerçekler? ABD’deki kızılderililerin katliyamları değil midir? Bu katliyamlar, ABD’nin Atlas okyanusu kıyılarından, Pasifik kıyılarına kadar, yüzlerce yıl sürecek şekilde yapılmamış mıdır? Bugün “Mohikanların Sonuncusu” ifadesi, kaç kişiye ne çağrıştırabilir? Anglo-Saksonlar, bu cinayet, katliyam ve soykırım konularında çok hünerlidirler. Bu hüneri, Avustralya’da ve Afrika’da da göstermişlerdir. Hiroşima ve Nagazaki gerçeği de bunun diğer bir delilidir. Anglo-Saksonlar bu konuda yeteneklidir de, Cermenler onlardan aşağı kalır mı? Örneğin Cermenlerin en büyük kolu olan Almanların yaptıklarını herkes bilmektedir. Bunlar Yahudiler üzerinde uygulandığı için ve Yahudiler de günümüzde dünya medyalarının imparatorluklarına sahip olduklarından, Almanların yaptıklarını her ortam ve durumda, roman, anı, film ve belgesel olarak dünya kamuoyuna sunmaktadırlar. Dikkat buyurun, Almanların yaptığı katliyamdır. Pilanlı, purogramlı, bilinçli ve de isteyerek yapmışlardır. Almanların yaptıkları bu bilinçli ve pilanlı katliyamlarda, elbette milyonlarca insan ölmüştür. Bu insanların öldürülmesi dahi, yıllarca süren faaliyetlerin sonucunda olabilmiştir. Üstelik ölülerin fırınlarda yakılma pozisyonlarına rağmen Almanların katliyamları da öyle bir ayda, beş ayda bitmiş değildir. Niçin? Çünkü Almanların hazırladığı ortamlarda da, geceli gündüzlü ve vardiyalı çalışılsa dahi, öyle milyonlara tekabül eden nüfustaki insanları, üç-beş ayda öldürebilmek kolay değildir. Bunu anlamak için bir sayısından milyona kadar sayı saymanın zorluğunu yaşayın da görün! O zaman kolayca anlarsınız. Öyleyse Anadolu’da göç ettirilen Ermenilerle ilgili olarak, onların iddia ettikleri soykırım kaç ayda ya da yılda yapılmış olabilir? Bakınız tehcir Nisan 1915’in sonlarında yürürlüğe kondu. Bundan sonraki faaliyet işleminin öyle yıllarca sürecek şekilde olmadığı da hepimizin gerçeğidir. Anglo-Sakson ve Cermenlerin katliyamlarını, soykırımlarını gördük de, Latin-Cermen karışımı olan Fıransızları ötekilerden ayırmak doğru mudur? Hangi konuda? Cezayir’de yaptıkları katliyam konusunda... Elbette ayıramayız. Onlar, batının üç kağıtcı kardeşleridir. Ayrıca diğer latinlerden Portekiz ve İspanyolların, Güney Amerika’da, İtalyanların da, Habeşistan ve Libya’da yaptıklarını da unutamayız. Öyleyse, Anglo-Sakson, Cermen ve Latinlerin ortak olan çok önemli bir yönünü de görmüş olduk. Yani: soykırımcı, katliyamcı yönlerini... Peki Sılavlar bunların dışında mıdır? Hayır, elbette hayır! Onlar da bu işin tam içersindedir. Nerede? Ahıska’da, Kırım’da, Volga boylarında ve Kafkas halklarının diyarındaki sürgünleri ve katliyamları artık tarih çok iyi biliyor? Diğer bir Sılav gurubu da Bosna’da neler yaptı? Bunlar, bütün insanlığın gözleri önünde yaşanmadı mı? Biz burada, Anglo-Sakson, Cermen, Latin ve Sılav derken elbette kastımız, batının düşüncesine onların üslubuyla cevap vermek şeklindedir. Bir millet veya bir topluluğu suçlamak hedefimiz değildir. Çünkü Anglo-Saksonların da, Cermenlerin de, Latinlerin de ve Sılavların da iyi insanları olabilir. Suç, onları o ortam ve dönemlerde yöneten yöneticilerdedir. Fakat, bizim onları bu şekilde nitelememiz, Türklerin bazı batılılar tarafından, soykırımcı ve katliyamcı olarak nitelenmesindendir. Kaldı ki, Ermeni tehciri yapıldığında Başbakan kimdir Sayit Halim Paşa değil midir? O bir Türk müdür? Sayit Halim Paşanın Türklük diye bir derdi olmuş mudur? Kendisi Mısırdaki hanedana dayanır. Hayin Mehmet Ali Paşa soyundandır. Bu Mehmet Ali’nin de nereye dayandığını tarih bilenler size söylesinler. Ermeni Tehciri döneminde İçişleri Bakanı kimdi? Türk müdür? Çingene Talat dedikleri kişinin, gerçekte Türklük diye bir sorunu var mıydı? Onun için varsa yoksa iktidarda güç olmak en büyük hedef değil miydi? Onun iktidar uğruna ayak oyunları da meşhur değil miydi? Ya Maliyeci Cavit kimdi? Ve o bazılarına göre 33. dereceden neciydi? Kurtuluş Savaşı sırasında nasıl saklanma becerisini göstermişti? Niçin işgalciler pek çok kişiyi bulurken, tutuklarken bu şahsı bulamamışlardı? Yine Ermeni teröristler, Sayit Halim Paşayı Roma’da Talat Paşayı Berlin’de bulurken, bunlara Bahaddin Şakir ve benzerleri de eklenirken, neden maliyeci Cavit bulunamıyordu? Bu şahıs, onlarla birlik olup, aynı hükümetin üyesi değil miydi? Yine bu şahıs, herkes Ankara’ya doğru öyle ya da böyle geçmeye çalışırken, niçin geçmek konusunda ısrarcı olmamıştı? Onun, Türklerin kurtulması diye bir derdi gerçekten var mıydı? Eğer böyle bir derdi yoksa, olmaması için ne sebep bulunabilirdi? Dönme olan Maliyeci Cavid ve yine kendisi gibi dönme olan Dr. Nazım, niçin Atatürk döneminde idam edilmişlerdi? Bu idam edilenlerin yakınları, daha sonra Türkiye’de hangi pozisyonda görev almışlardı? Bu ve benzeri çizgide olanların, Mustafa Kemal Atatürk’ten rövanş alma çaba ve sorunları olmuş mudur? Bu rövanş almada, gayri milli olmak ya da anti ulusalcı olmak, mihenk taşı mıdır? Diyoruz ki soykırım yoktur; dolayısıyla doğu bölgesindeki Ermenilerin bölgeden göç ettirilmeleri olayı vardır. Biz buna tehcir diyoruz. Niçin tehcir yapılmıştır? Osmanlı devletinin geleceğinden kaygı duyulduğu ve Ermenilerin yaşadığı coğrafyanın güvenliğinin sağlanması için bu tehcir yapılmıştır. Bu olay, hayatın gerçeğinde sıtratejik bir tercihtir. Olmayacak duaya amin demek her neyse; olmayan bir soykırımı kabullenmek enayilik ya da aptallık değil midir? Türk milleti içersine sızarak, bu soykırım palavrasını gündeme getirenler, bu konu üzerinde bitleri kanlananlar ve kanlanma ile iyice şımarıp canlananlar olabilir. Hatta bunu gafletin bir sonucu olarak benimseyen ya da kabul etmeyi tarihi bir gerçek olduğunu sanan Türkler de bulunabilir. Fakat biz ve bizim gibilerin bu palavrayı benimsemesi mümkün değildir. Çünkü bu, olmayacak, geçmeyecek bir duadır. Bu bağlamda diyoruz ki: “Tanrı Türk’ün, akıllısını, çalışkanını, onurlusunu ve şereflisini korusun ve yükseltsin! İlgisiz, tembel, sorumsuz ve hayinliğe eğilimli olanlara akıl versin ve yine de akıllanmıyorlarsa, layık oldukları cezayı versin!

SOYKIRIM MASALI İÇİN BAZI SORULAR

Geçmişteki Ermeni sorununun, ilk ayağı Alman büyükelçisi Vangenhaim’in, pilanının bir tezahürü olmasın sakın! Çingene Talat denilen şahsın, Türk milliyetçiliği diye bir derdi var mıydı? Başbakan Sait Halim Paşanın, Maliye nazırı Cavit Bey’in ve yakın geçmişin hızlı solcusu ve günümüzün kürtsevercisi Hasan Cemal’in dedesi Bahriye Nazırı Cemal Paşanın Türklük konusunu yücelttiği ya da yükselttiği bir durum, bulunuyor muydu? Ermeni tehciri kararında, 3.Ordunun etkisiz kılınması ve 5. Ordunun İngiliz-Fransız baskısına 18 Mart’tan itibaren uğramasının etkileri de incelenmiş midir? Örneğin Yahya Kemal’in örnek verdiği Orhan Şemseddin Bey’in Kafkasya ile ilgisi neydi? Kafkasya güzergahındaki Ermenilerin, onların vatanlarının önünde engel olup olmadığı düşüncesi ve bu uğurdaki hedefler incelenmiş midir? Ermeni tehciri sonrasında, Diyarbakır Valisi Çerkez Reşit Bey için: “Diyarbakır’da Ermenilerin katli için emir vermiş, bu işte bir takım Çerkez jandarmaları istihdam etmiş” suçlaması yapılmamış mıdır? Çerkez Reşit Bey, ele geçmemek için intihar etmiş midir? Yapılan Ermeni Tehcirinde Çerkez ile Kürtlerin saldırıları ve cinayetleri olmuş mudur? Bunlardan Çerkez Ahmet ve Nazım adlı kişiler Ermeni, öldürmüş müydü? Bunlar Şam’da yakalandıklarında, çantalarında kadın yüzüğü, bilezik, küpe ve mücevher bulundu mu? Çerkez Ahmet ve Nazım mahkemede, zengin olmak için cinayet yapmış oldukları belli oldu diye, Şam’da asıldılar mı? Ermeni Tehcirinin yapıldığı bölgede, Kürt eşkiyasının Ermenileri öldürdüğü iddiaları doğru muydu? Doğu ve Güneydoğuda Ermenilerin bıraktıkları toprakları, sonraları ele geçiren Kürtler olmuş mudur? Ermenilerin bıraktıkları topraklar hakkında Diyanet’in eski başkanlarından Süleyman Ateş’in düşüncesi ne olmuştur? Günümüzde her şey, her haliyle Türk milletinin üzerine yıkılmıyor mu? Bunları üzerimize yıkanlar kimlerdir? Ermeniler konusunda, insanlık adına suçlu gerçekten var mıdır? Ermeniler, günümüzde Ermenistan’da başka bir ırk bırakmış mıdır? Fanatik Ermeniseverden Orhan Pamuk ve Halil Berktay’ı bu ülkede besleyen, yönlendiren ve himaye eden kişi ve kuruluşlara ne demeli? Örneğin Halil Berktay’ın beslendiği okulun sahibi olan Sabancı ayilesinin, önemli siması Sakıp Sabancı, Ermenilerin Agos gazetesine verdiği bilgide neler diyordu? Komşu köyünden çıktığını söylediği Kalutz Serkis Gülbenkyan neleri gasp ederek zengin olmuştu? Bu konuda Sakıp Sabancı niçin bilgi veremiyordu? Fakat şehit büyükelçi Taha Carım’ın kızkardeşi yazar Nimet Arzık, niçin Sabancı ailesi için “kılıç artığı” ifadesini kullanmıştı? Acaba malum dış basınç, Türk milletini, siyasetin yüksek tansiyonundan mı götürmek istiyor?!.

http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20050522

Boraltan Katliamı ismet inönü Azeri kardeşlerimizi Ruslara teslim etti







Kadir Mısıroğlu, “Moskof Mezalimi” isimli eserinde, Rus zulmünden kaçan 417 Azeri kardeşimizin Türkiye’ye sığındığını ve bunun üzerine Rus Hükümetinin Türkiye’den bunların kendilerine teslimini talep ettiğini anlatıyor ve şöyle devam ediyor:

“Beynelmilel kaidelere göre hiç bir devlet, siyasi bir suçluyu diğer devlete iade ve teslim etmez.

Bu Rus talebini müzakere eden o zamanki Hey’eti Vekile (Bakanlar Kurulu) de ‘Umumi Ceza Hukuku’nun bu kaidesine uyarak, Rusyaya zikri geçen mültecilerin iade edilmemesini kararlaştırmıştı. Fakat o zaman Hariciye Vekaletine vekalet eden Nurullah Esat Sümer, Inönü’yü ikna edip bunların, Hey’eti Vekile kararına rağmen Rusyaya iadesi emrini çıkarttırmıştır.

Mülteci Azeriler, bu karar karşısında feryad-ı figân kopararak:

‘Bizi siz öldürün fakat Moskofa teslim etmeyin’ diye yalvarmışlar, birçokları kendilerini trenden aşağıya atarak intihar etmek istemişlerdir. Bunların Rusyaya teslim işine nezaret eden Türk subayı gördüğü bu feci manzaraya tahammül edemiyerek derhal bir yıldırım telgrafla hükümete bunların avdet etmek istemeyip intihara teşebbüs ettiklerini bu sebeple teslim kararının durdurulmasını taleb etmiştir.

Fakat Türkiye’nin o günkü diktatörü Ismet Paşa, bu zavallıların Rusyaya tesliminde ısrar etmiştir. Bu hadise bilahare Demokrat Parti Devri’nde Mebus Şevket Mocan’ın teşebbüsü ile Büyük Millet Meclisi’ndeki münakaşa ve müzakerelerle ortaya çıkmıştır.

Bu suretle Ruslara iade edilen 417 Azeri, onları teslim eden Türk subayının gözü önünde Serder Abad Barajının öte yakasında toptan kurşuna dizilmişlerdir.[1]

Bu hareket, Türk Milletini temsil eden fakat milli duygu ve mefkureden (idealinden) mahrum liderlerin işlediği bir cinayet ve yüz karası olarak, tarihe geçmiş bulunmaktadır.

(… Inönü), 1951 yılında komünistlerin vatandaşlıktan ıskat edilerek hudut harici edilmeleri isteğine temayül eden hükümeti (Demokrat Parti hükümetini) tenkit için Belediye seçim propagandaları esnasında:

‘Komünistlik ithamı altında vatandaşların yurt dışına sürülmesi tehdidi, hukuk prensiplerine doğrudan doğruya taarruzdur. Ve her türlü siyasi emniyeti yok etmeğe kâfidir’ Hikmetini ortaya atmıştı. Onun Rusya ve komünizm lehindeki fikir ve beyanlarını bugüne kadar takip ve teşrihe lüzum görmüyoruz. Bunlar herkesin gözü önünde cereyan etmiştir. Fakat komünistler için hukuk kaidelerini mevzuubahs eden sayın Inönü, masum 417 Azeri Türk’ü için hemen bütün Dünyada üzerinde ittifak edilmiş bulunan siyasi suçluların iade edilmemesine aid hukuk kaidesini neden hatırlamamış ve Hey’eti Vekile kararına rağmen bu dindaş ve ırkdaşlarımızı moskof cellatlarına teslim ederek katliam edilmelerine sebep olmuştur ?[2]



***

Kadir Mısıroğlu’nun da belirttiği gibi, bu konuyu Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan meclise taşımıştı.

Şevket Mocan’ın soru önergesinin ilgili kısmını buraya alıyoruz:

T. B. M. M. Başkanlığı Yüksek Katma Aşağıdaki suallerimin sözlü olarak Başbakan tarafından cevaplandırılmasını rica ederim:

1. Muhtelif tarihlerde memleketimizde si­yasi mültecilik haklarına dayanarak iltica et­miş (156) mülteci 1947 senesinde, milletlerarası hukuk kaidelerine tamamen aykırı olarak Sovyet Rusya’ya teslim edildikleri doğru mu­dur?

2. Facia kurbanlarının sevk şekli de kur­ban gönderilen mabudun usullerine uygun ol­masından ve akıbetlerini görmesinden, teslim işinde vazifeli Yedek Subay Posta Müfettişi Reşat’ın asabi rahatsızlığa uğradığı ve sinir hastanelerinde elyevm tedavi olduğudoğru mu­dur?[3]



[3] no’lu dipnot ile ilgili… Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan’ın Mecliste okunan soru önergesinin tutanağı

Şevket Mocan’ın sorularına cevap veren dönemin Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu ise tarihimize bir kara leke olarak geçen bu faciayı şu sözlerle doğrulamıştır:

“Ankara’daki Sovyet Se­faleti ile mütekabiliyet esasını tesbit eden bir nota teatisi suretiyle (237) Sovyet askerî mültecisinden (195)’i ilk parti olarak 6 . VIII . 1945 tarihinde Tıhmıs kapısından Sovyetlere iade edilmiştir.”[4]



[4] no’lu dipnot ile ilgili… Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu’nun tarihimize bir kara leke olarak geçen bu faciayı doğruladığını gösteren Meclis tutanağı. (NOT: Rükneddin Nasuhioğlu’nun bu faciayla bir alakası yoktur. 1950’de hükümet değişikliği oldu, bu facia ise bir önceki hükümet (CHP) döneminde vuku bulmuştu. Soru önergesi Nasuhioğlu’nun döneminde verdildiği için mecburi olarak cevap vermek de ona düştü. Ayrıca ruslara teslim edilen mültecilerin sayısı hakkında farklı iddialar var. Biz, Kadir Mısıroğlu’nun zikrettiği kaynağa itibar ediyoruz, yani 417 mülteci teslim edilmiştir. Zaten tutanakta “195’inin *ilk parti* olarak” teslim edildiği yazıyor. )

Bunun üzerine uzun bir konuşma yapan Şevket Mocan’ın şu sözlerine katılmamak mümkün değildir, zaten mecliste bulunan milletvekilllerinden de “Bravo”, “Doğru” sesleri zapta geçmiştir:

“Muhterem arkadaşım, Enver ve Adem ismin­de iki azeri münevverden bahsettiler. Bunlar çok yakından tanıdığımız Konya Milletvekili Ziyat Beyin kayın biraderleridir. Çok evvel Rus ordusunda subaylık etmişler, fakat milliyetleri­ni unutmamışlar, o akideleri kabul etmiyerek Almanyaya kaçmışlar, orada uzun müddet bu­lunmuşlardır. Sonra memleketimize gelerek hemşîrelerinin yanına, Ziyat Beyin hareminin ya­nına sığınmışlardır. Fakat yüz kızartacak bir hal olarak bunlar bir gün evden alınarak, An­kara’ya göndereceğiz diye, ‘Komiser Ali Riza re­fakatinde hududa götürülmüşler, ayni mabuda kurban sunulmuşlardır.

Bu, milletin tarihinde bir tek mülteci Isveç Kralı Şarl için harbetmiş şe­refli hâdiseler çoktur; fakat siyasi mültecileri bir mabuda kurban sunar gibi sunmaya götüren yüz kızartıcı, gönül parçalayıcı, hicabaver bir hâdise daha yoktur.

(Bravo sesleri).

Ibnisuud mutavaat etmedi, mültecileri ver­medi, fakat bizdeki bir devrin adamları bizim tarihimize bu lekeyi yazdılar, mültecileri iade et­tiler arkadaşlar

(Doğru sesleri)”[5]





[5] no’lu dipnot ile ilgili… Soru önergesini veren Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan’ın Mecliste söylediği ve hissimize tercüman olan sözlerinin tutanağı

***

Hakikaten, ne kadar acı… Ne kadar yüz kızartıcı bir hâdise… Bütün bu denaetler halkımızdan gizlenmiştir. Nitekim Kars’ın ilk kültür ve kütüphane müdürlerinden Temraz Kesemenli, Boraltan Köprüsü katliamının yıllarca halktan gizlendiğini söyledi. Ayrıca İsmet İnönü’nün emriyle Azerileri götüren memurun akli dengesini yitirdiğini ve akıl hastanesinde vefat ettiğinin bilindiğini ifade etti.[6] Zaten Şevket Mocan’ın soru önergesinde buna değinilmişti.

**Ismet Inönü, ATA’sının izinde**

Sadece Ismet Inönü mü Azerbaycanlı kardeşlerimizi Ruslara teslim etti sanıyorsunuz? O halde aldanıyorsunuz, zira daha evvel ATA’sı da Azerbaycanlı kardeşlerimizi Ruslara teslim etmişti…

M. Kemal Atatürk’ün Azerbaycanlı kardeşlerimizi komünist Ruslara tabiri caizse “sattığına” inanmayanlar, şu konumuza bakabilirler:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/06/18/azerbaycandaki-kardeslerimize-m-kemal-ataturk-mu-ihanet-etti/


Katledilen Azerbaycanlı kardeşlerimize ithafen 1977 yılında çekilen ve başrollerini Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan’ın oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak?” adlı sinema filmi de Boraltan katliamını konu alıyor.[7]

Son olarak iki şiire yer veriyor ve konuyu noktalıyoruz, Allahu Teala kardeşlerimize rahmet eylesin.

Tutsak Türklerin kurşuna dizilmeden önce söyledikleri bir ağıt şöyle:

Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras’ı,

Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası.

Karası, karası, merhamet fukarası,

Karası, karası, merhamet fukarası,

Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,

Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni.

Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine,

Beni siz vursaydınız, şu gavurun yerine.

Azerbaycan’ın büyük milli şairi Almas Yıldırım, bu olayı “Dönek Kardeş” adlı şiirinde şöyle dile getiriyor:

Türk denince özü, sözü mert olur,

Dost deyince ayrılmaz bir fert olur,

Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam,

Şimden geru bu bana bir dert olur.

Ben ne diyem bu vefasız dağlara,

Öz kardaşı dönek olan ağlara!

Türk; o Altayların dünkü eri mi?

Yolunda can koydum, verdim serimi,

Düştüğü ağlardan kurtulsun diye,

Serdim ayağına doğma yerimi…

Kardaş armağanı, dökülen kanlar,

Bana mükâfat mı giden kurbanlar?

Ben diyorum, Kayıhan’dır soyumuz,

Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,

Dilim dili, yolum yolu, emel bir,

Bir bayrakta, yıldız’ımız, ay’ımız.

Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,

Nerden doğdu bu imansız gayrılık?

Alnımın yazısı, karadır kara,

Karadan bir mendil yolladım yara,

Yol uzun, el uzak, yetişmez eller,

Türklüğün kanayan kalbini sara.

Felek kıymış beslenen bu dileğe,

Lânet Türk’ü hançerleyen bileğe.

Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?

Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?

Rusların açtığı yaradan derin,

Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.

Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,

Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.

Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan,

Ne bilem, kahpelik varmış soyunda,

Girdiğim öz yurttan döndürülürken,

Kanımın aktığı sınır boyunda

Açan lâlelerden bir çelenk örsem,

Türklük dünyasına armağan versem.[8]

KAYNAKLAR:

[1] M. Sadık Aran, Kızılordu Azerbaycan’ı Nasıl Işgal Etti, Milli Işık Dergisi, sayı 26, Istanbul 1969. (Aktaran: Kadir Mısıroğlu, Moskof Mezalimi, Sebil Yayınevi, Istanbul 1970, sayfa 451.)

[2] Kadir Mısıroğlu, Moskof Mezalimi, Sebil Yayınevi, Istanbul 1970, sayfa 450 – 452.

[3] TBMM Zabıt Ceridesi, dönem 9, cild 9, Içtima 101, 18.07.1951, sayfa 203.

[4] TBMM Zabıt Ceridesi, dönem 9, cild 9, Içtima 101, 18.07.1951, sayfa 204.

[5] TBMM Zabıt Ceridesi, dönem 9, cild 9, Içtima 101, 18.07.1951, sayfa 205, 206.

[6] Star Gazetesi, “Yıllarca halktan gizlenen katliam”, 08 Eylül 2012.

Ayrıca bakınız; Sabah Gazetesi, Hasan Celal Güzel, “Boraltan Köprüsü faciası ve mülteciler”, 9 Eylül 2012.

[7] Boraltan katliamını konu alan ve başrollerini Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan’ın oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak?” adlı sinema filmi:

https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=Rb18piLyW8A#! (son erişim tarihi: 15 Eylül 2012.)

[8] Şiirler için bakınız; Orkun Kutlu, Boraltan Köprüsü (Tarihte Bir Yüz Karası) : http://www.bilgicik.com/yazi/boraltan-koprusu-tarihte-bir-yuz-karasi/ (son erişim tarihi: 15 Eylül 2012.)

http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/15/boraltan-katliami-belgelerle-ismet-inonu-azeri-kardeslerimizi-ruslara-teslim-etti/

29 Eylül 2018 Cumartesi

chp Camileri kapatıp Parti binası yaptı

















Tek parti döneminde bazı camileri satan bazılarını da ahır ya da depo olarak kullanan CHP, Beykoz’daki Küçüksu Camii’nin minaresine 6 okunu dikti. Kılıçdaroğlu’nun ‘Menderes yıktı’ dediği camiyi önce Halkevi’ne çeviren parti daha sonra burayı kumarhaneye dönüştürerek üyelerine kumar ve langırt oynattı.


Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tek parti iktidarı döneminde bir kısmını sattığı camileri sadece ahır ve depo olarak kullanmadığı ortaya çıktı. CHP, 1750’de yapılan Beykoz’daki Küçüksu Camii’nin önce minaresini yıkıp yerine 6 okunu dikti, ardından burayı Halkevi’ne dönüştürdü.


MENDERES YIKTI DEDi AMA…


Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in ‘CHP camileri kapattı” ifadesine tepki gösterenKemal Kılıçdaroğlu’nun “Onurluysan o camileri açıkla” şeklindeki sözleri tek parti döneminde satılan, ahıra veya depoya çevrilen camileri gündeme getirdi.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında 9 belgeyle ‘CHP geçmişte bazı camileri satmış ya da ahır olarak kullanmıştır’ demişti. Kemal Kılıçdaroğlu ise Menderes döneminde yıkılan camilere Küçüksu Camii’ni örnek vermişti. Ancak söz konusu camiyi CHP’nin kumarhaneye çevirdiği, daha sonra ise yapının Celal Bayar tarafından çevresindeki gazinolarla birlikte yıkıldığı ortaya çıktı.


MİNARENİN YERİNE 6 OK


1750’lerde yapılan Küçüksu Camii, Padişah I. Mahmut’un fermanı ile 1835’te restore edildi. 1930’larda ise caminin hemen yanında bulunan Küçüksu Kasrı devlet büyüklerine tahsis edildi. Bu süreçte caminin minaresi anlaşılamayan bir sebeple yıkıldı. Bu gelişmelerin ardından bir süre CHP Halkevi olarak kullanılan cami daha sonra da parti tarafından lokale dönüştürüldü. Halkevi ve lokal olarak kullanılırken caminin yıkılan minaresinin yerine ise CHP’nin parti amblemi olan 6 ok yerleştirildi. CHP, geçmişte de bir başka camiyi parti binasına çevirip, çatısına da parti sembolü 6 demir kazık yerleştirmişti.


CAMİDE LANGIRT OYNADILAR


Küçüksu Kasrı’nın karşısında bulunan cami, Halkevi ve lokale dönüştürülürken dönemin CHP lideri İsmet İnönü’nün yakın arkadaşı Şakir Uzunhasanoğlu’nun burada bir gazino açtığı ortaya çıktı. Piknik ve ibadet yeri olan Küçüksu Kasrı’nın bulunduğu bölge CHP’nin ve eğlencenin merkezi oldu. O dönemi anlatan görgü tanıkları, Halkevi’nden sonra lokale çevrilen camide kağıt oyunu ve langırt oynatıldığını anlattı. Konu hakkında araştırmalarda bulunan Tarih ve Kültür yazarı Eyüp Ensar Uğur, ‘Halkevi’ne çevrilen cami daha sonra da lokal yapılmış ve burada kağıt ve langırt oynatılmış’ dedi. Bir dönem CHP’lilerin eğlence merkezi haline getirilen caminin yerinde şimdilerde otopark bulunuyor.


Satamadıklarını ahır yaptı


CHP’nin tek parti iktidarı dönemine denk gelen 1926-1950 yılları arasında 513 cami satıldı. 327 cami arsası da CHP tarafından satışa çıkarıldı. Aynı dönemde camilerin yanısıra mescitler de satışa çıkarıldı. Satılan mescit sayısı 1070 olarak tespit edildi. Baştaİstanbul’daki Osmanlı yapıları olmak üzere satılamayan çok sayıda cami ise ahır ya da depoya çevrildi.


Yeni Şafak






daha geniş bilgi için bu yazıyıda okumanızı tavsiye ederim
Atatürk’ün emri ile Tek parti döneminde satılan Camiler


http://sahtekahramanlar.blogspot.com/2018/09/ataturkun-emri-ile-tek-parti-doneminde.html

27 Eylül 2018 Perşembe

istiklal Mahkemeleri'nde kaç kişi idam edildi





Inkılaplara muhalif diye “insan” boğazlayan “beşer” M. Kemal’e “ATAM” diyenler;

“beşeri yaratan Allah”ın emri olduğu halde Kurban Bayramında “hayvan” kesilmesine “KATLIAM” diyorlar.

***

Istiklal Mahkemeleri, Milli Mücadele Dönemi (1920-1923) ve Cumhuriyet Dönemi (1923 – 1927) olmak üzere iki dönem olarak teşekkül etmiştir. Isim aynı olmakla beraber Milli Mücadele içinde çalışan Istiklal Mahkemeleri ile Cumhuriyet döneminde çalışanlar arasında nitelik, gerekçe ve amaç yönünden büyük fark vardır. Milli Mücadele döneminde çalışan Istiklal Mahkemeleri, başlangıçta yalnız asker kaçakları meselesinde çözüm bulmak için kurulmuş, sonradan yetkileri genişletilerek yeni bir biçim almıştı. Cumhuriyet döneminde çalışan Istiklal Mahkemeleri ise, kemalist Ergün Aybars’ın ifadesiyle “Türk Devrimi’nin gerçekleşmesi ve kökleşmesi için, karşı devrimci güçleri, isyancıları, muhalif basın kuruluşlarını, Osmanlı döneminden kalma eşkiya ve Ittihatçılar’ın tasfiyesi yanısıra suikast suçlularını yargıladılar. 1923 – 1927 yılları, Türkiye yaşamında Türk Devrimi’nin gerçekleştiği ve yerleştiği en önemli yıllar oldu. Öyle ki 1927 yılından sonra artık Atatürk’ün karşısında, onun Türk Devrimi’ni gerçekleştirmek çabasına karşı çıkabilecek hiçbir güç kalmadı.”[1]

Olağanüstü yetkilerle önceleri üç, sonraları dört üye ve bir savcıdan kurulan Istiklal Mahkemelerinin kararları katî olup, itiraz ve temyizi yoktu. Kararların uygulanması da mahkemelerin yetkisindeydi. Kararların yürütülmesinde sivil ve asker bütün görevliler sorumluydu.[2]

O dönem ilk günden beri Istiklal Mahkemeleri’nin aleyhinde olan Birinci Büyük Millet Meclisinin unutulmaz hatibi Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in şu sözleri, bu mahkemelere verilen sınırsız yetkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:

“Istiklal Mahkemeleri’ne Meclis’in tanıdığı yetkiyi, Cenab-ı Hak Peygamberine dahi vermemiştir.”[3]

Mecliste Istiklal Mahkemeleri’nin yetkilerinin kısıtlanması için teklifler yapılmasına rağmen M.Kemal, değil mahkemelerin yetkilerinin kısıtlanması, bunlara ek olarak iki Istiklal Mahkemesi daha kurulmasını istiyordu. Bu görüşle 8 Ocak 1921’de Istiklal Mahkemeleri’nin bölgelerinin yeniden saptanması ve mevcutlara iki tane daha eklenmesi için T.B.M.M.’ne Meclis Başkanı sıfatiyle bir önerge verdi:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine

Hasıl olan ihtiyaca ve taksimat-ı mülkiyede vuku’ bulan tebeddülata binaen Türkiye Büyük Millet Meclisi Istiklal Mahakimi’nin daireyi kazalarının yeniden tayin ve tesbitine mecburiyet hissolunmuş ve bu babta tanzim kılınan cetvel ve harita rapten takdim edilmiştir. Buna nazaran mevcut Istiklal Mahakimi’ne ilaveten daha iki Istiklal Mahkemesinin teşkili zarureti vardır. Muktazi muamelenin ifa’sını ve neticenin sür’at-i iş’arını rica ederim efendim.”

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi M. Kemal[4]



M. Kemal’in [4] no’lu dipnotta bahsi geçen önergesi

***

M. Kemal Atatürk, daha fazla Istiklal Mahkemesi kurulmasını tabiki ister, çünkü kendi hegemonyasını kurmak için demoklesin kılıcı gibi elinde tuttuğu bu mahkemelerle muhaliflerini saf dışı bırakıyordu.

Tam da burada, “Türkiye Tarihi” kitabından bir alıntı yapalım:

“M. Kemal Paşa’ya 1926 yılının Haziran ayında Izmir’de suikast yapılacağı yolunda alınan bir ihbar üzerine yapılan soruşturma sonucunda, Birinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden Lazistan milletvekili Ziya Hurşit ve arkadaşları Izmir’de yakalandılar. Ziya Hurşit, Birinci dönem TBMM’nde 2. Gruba dahildi. Diğer yandan, ihbarın alınmasından hemen sonra Ankara Iskiklal Mahkemesi de soruşturma açmış ve mahkeme derhal Izmir’e gelerek, kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup milletvekillerinin evlerinin aranmasını ve kendilerinin de tutuklanmalarını talep etmişti. Bunun üzerine o sırada TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu milletvekilleri (dokunulmazlıkları olmasına karşın) tutuklandılar. Bu arada Ankara’da tutuklanan Kazım Karabekir Paşa, bizzat Başbakan Ismet Paşa’nın talimatı üzerine bırakıldı. Fakat mahkeme, kendisine dışarıdan müdahale edildiğini ileri sürerek bu kez de Başbakan Ismet Paşa’nın tutuklanmasına karar verdi; ancak Cumhurbaşkanının (M. Kemal Atatürk) araya girmesi iledir ki, bu kararından vazgeçti. Sonunda Kazım Paşa yeniden tutuklandı.”[5]

Şimdi bir değerlendirme yapalım ve kemalist rejimin ne kadar zalim ve hukuksuz bir “çete” olduğunu görelim…

1 – Bir ihbar üzerine dokunulmazlıkları olmasına rağmen TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu milletvekilleri tutuklanıp Ankara’dan Izmir’e götürülüyor.

2 – M. Kemal’in Istiklal Mahkemesi’ndeki adamları -bilhassa Kel Ali- dışarıdan müdahale edildiği gerekçesiyle Başbakan’ın dahi tutuklanmasına karar verebilecek kadar ileri gidebiliyor.

3 – Dışarıdan müdahale edildiği gerekçesiyle Başbakan’ın tutuklanmasına karar verenler, yine dışarıdan müdahale eden (dolayısıyla kendi mantıklarına göre tutuklanması gereken) M. Kemal Paşa’yı tutuklatmak yerine, onun emriyle bu karardan vazgeçiyor.

4 – Demek ki “Cumhuriyet tarihindeki bütün zulüm ve barbarlıkların suçlusu sadece Ismet Inönü’dür, M. Kemal Atatürk’ün bunda bir suçu yoktur” iddiası doğru değildir. Bilakis, M. Kemal bu konuda Ismet Inönü’yü fersah fersah geçmiştir.

5 – Ayrıca binlerce insanın kanına giren Istiklal Mahkemeleri’nin M. Kemal Atatürk’ün emriyle hareket ettiği bir kez daha tescillenmiş oldu.

Ayrıca 4 Mart 1925 yılında yürürlüğe giren Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra tutuklanıp Elazığ Istiklal Mahkemesi’ne götürülen gazeteciler M. Kemal’e telgraflar çekerek kendilerini mahkemenin şerrinden kurtarmasını istemişlerdi.[6] Mahkemenin son günlerinde bir telgraf daha çekerek aflarını istemeleri üzerine[7] M. Kemal, mahkemeye bir telgraf çekmiştir.[8]Mahkemenin bu çağrıya cevabı ise beklendiği gibi olmuş ve gazeteciler beraat etmiştir. Prof. Dr. Tunçay, bu gelişmenin, mahkemelerin siyasal iktidarın “emri ile” hareket ettiğinin en somut delili olduğunu belirtmektedir.[9]

Bu mahkemelerde o kadar çok namuslu insan idama mahkum edilmiştir ki, Elazığ Istiklal Mahkemesi’nde yargılanıp hakkında beraat kararı verilen Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, büyük bir celadetle yerinden fırlayarak:

“Bu mahkeme çok namuslu insanları asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki, bizi asmadı” diye haykırmıştır. Bunun üzerine, Elazığ Istiklal Mahkemesi Hüseyin Avni Bey’i ömür boyu sürgün cezasına mahkum etmiştir.”[10]

Bu mahkemelerde milletvekilleri de yargılandı, gazeteciler, alimler, çocuklar, bakanlar ve Milli Mücadele’nin önde gelen paşaları da yargılandı.[11]

****Istiklal Mahkemeleri’nde kaç kişi idama mahkum oldu?***

Bu konuda Kadir Mısıroğlu şunları yazmaktadır:

“Hilafetin ilgasından sonra, birbirini kovalayan inkılapların ana hedefi, sanıldığı gibi yalnız resmi hayatı değil, aynı zamanda ferdi ve şahsi davranış, yaşayış ve hissiyatı da, din dışı kılmaktı… Bu güç iş, dört sene gibi mahdut (sınırlanmış) bir zamana sığdırılmıştı. Ama nasıl? Anadolu dahilinde, fevkalade selahiyeti haiz Istiklal Mahkemeleri dolaştırmak ve.. bu mahkemelerin sözde hakimlerinin vasıtasıyla, masum kellelerinden ehramlar yükseltmek suretiyle!..

(…)

1924’te hilafetin yıkılışı ile başlayıp 1928’de Islam harflerinin yasaklanması ile ikmal olunan öylesine hızlı bir Islam düşmanlığı siyaseti takip edildi ve bu tatbikat, o derece korkunç bir devlet terörü ile gerçekleştirildi ki bir karşı hareket hayal bile edilemezdi. Istiklal Mahkemeleri adıyla, çoğu azası hukukçu olmayan seyyar bir mahkeme, Anadolu’nun şehir ve kasabalarında dolaştırılarak, on binlerce masum insan, çoğu halka göz dağı vermek maksadı ile yoktan yere darağaçlarında telef edildi. Bu öyle bir devlet terörüdür ki kurbanlarının hakiki sayısını tespit etmek mümkün değildir. Biz, vaktiyle bir eserimizde takribi on milyon nüfusa sahip bulunan o günkü Türkiye’de bu kurbanların sayısını ‘en az beşyüzbin’ (500.000) olarak göstermiştik.”[12]



Bazı Istiklal Mahkemelerinin karar listesi

Yukarıda sunduğumuz listedeki rakamlar “resmidir” ve zikredilen bu rakamlardan daha fazla insanın idam edildiği açıktır. Listede o günün tabiriyle Bidayet Mahkemeleri olarak isimlendirilen normal mahkemeler, Harp Divanları ve ayrıca düzensiz birliklerde çoğu zaman yargı niteliğinde keyfi kararlar veren Kuvay-ı Tedibiyeler’de yargılananlar ve idama mahkum olanlar, bunlarla birlikte isyanlarda öldürülenler yer almıyor. Yalnızca bazı Istiklal Mahkemelerine sevk edilenlerin listesidir bu.

Bu mahkemelerin niteliği hakkında M. Kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki görevi sırasındaki şifre katibi, Ekrem Cemil Paşa’nın gözlemleri ilginçtir. 1922 yılında Ankara Istiklal Mahkemelerinde yargılanan Ekrem Cemil Paşa; “1922 kışını, 1500 kadar siyasi mahkumu barındıran bir taş bina içinde geçirdim.” demektedir.[13]

O tarihte Ankara’da 1500 siyasi tutuklunun olmasını, dönemin nüfusuna oranladığımız zaman zulmün derecesini açıklamaya yardımcı olabilir.

Nitekim Cellat Kara Ali 1931 yılında “Son Posta” gazetesinde yayınladığı hatıralarında şöyle diyordu:

“Bizim patronlar yalan söylüyor. O kadar cellatın içinde sadece benim Cellat Kara Ali olarak idam ettiklerimin sayısı sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır.”[14]

Bu yüzden Ankara’da ip kıtlığı bile başgöstermiştir.[15]

Kemalistlerin, “çok insan asılmadı” diyerek kaynak gösterdikleri Ergün Aybars bile 2’inci dönem “Kastamonu” Istiklal Mahkemesi listesinde 5 kişinin idam edildiği yönünde kayıt bulunduğunu ancak bunun en az 35 kişi olması gerektiğini bildiriyor ve ilave ediyor:

“Listelerin yüzde yüz doğruluğu şüphelidir. Çünkü listeyi bulabildiğimiz belgelere dayanarak yaptık.”[16]

Peki bulunamayan dosyalar var mı?

Hem de çuvallarla…

“Atatürk olmasaydı” adlı bir kitap yazacak kadar Atatürkçü olan Cemal Kutay, “Yazılmamış Tarihimiz – Seçmeler” isimli kitabının “Istiklal Mahkemesinin Esas Dosyaları Ne Oldu?” bölümünde Istiklal Mahkemelerinin faaliyet safhasını “Sakarya’ya kadar” olan safha ile “Cumhuriyetin ilanından sonra”ki safha diye ikiye ayırıyor ve Cumhuriyetin ilanından sonraki safha ile ilgili şunları yazıyor (parantez içindekiler de Cemal Kutay’a ait) :

Milli Mücadelenin hakiki önderlerini vatan ve rejim haini töhmetiy­le önlerine çeken bu safha ise, buram buram siyaset kokar. Bu arada, Halk Par­tisinin varlığında, veraset yoluyla izi ve eseri mutlak olan Ittihad ve Terakki’yi tamamen tasfiye için de, yine Istiklal Mahkemeleri vasıta olarak kullanılmış, daha sonra da, Matbuat üzerinde tesis edilmek istenen baskı için aynı mahke­meler, mesela neşredilmiş bir mektup vesile sayılarak, hususi heyetler halinde vazife görmüşler, hükümler vermişlerdir. Bu devrede Istiklal Mahkemeleri, be­lirli siyasi teşekkül ve şahısların hegemonyasını tethiş ve korkuya bağlama yo­lunda tatbik müesseseleri hüviyeti galip bir çehre ile belirlemektedir. Kanaatıma göre birinci safhayı Ikincisinden ayırmak, bizzat bu müesseselerin tarih huzurunda alacakları hüküm bakımından lüzumlu değil, zaruridir.

Istiklal Mahkemelerine ait vesikalar, Meclisde cereyan etmiş müzakereler, bu mahkemelerden zamanımıza intikal etmiş belgelerin tetkikinden anlaşılı­yor ki, bazı şahsiyetler, bu fevkalade devreye ait adalet ve rejim müesseseleri için yarınki nesillerin vereceği kararları haksız ittihamlardan olduğu kadar, yer­siz bağlanmalardan da kurtarmak istemişlerdir. Allah ve Tarih korkusu olarak ifadelenen bu hissin tipik tecellilerinden biri­sini, Birinci Büyük Millet Meclisinin 17 Haziran 1338 (1922) tarihli toplan­tısında, buluyoruz.

Riyaset makamında, Konya mebusu Hoca Musa Kazım Efendi vardır. Reis ruznamenin üçüncü maddesine sıra geldiği zaman, Meclis Ikinci Reisi Rauf Beyin imzasını taşıyan (rahmetli Başvekil, Hamidiye kahramanı Hüseyin Ra­uf Orbay merhum) Meclis umumi heyetine riyaset tezkeresini okudu. Bu tez­kere, vazifeleri biten Istiklal Mahkemeleri evrakının çuvallara doldurularak Meclis riyasetine tevdi edildiğini, fakat tasnif edilmediği, zarflar numaralan­madığı, rastgele doldurulduğu için arananın bulunmadığı, bir kısmının kay­bolduğu, bu arada 30-40 ÇUVAL ÎÇÎNDE olan Amasya Istiklal Mahkemesi evrakı arasında bulunan Pontus Ihtilal Cemiyeti evrakının Erkanı Harbiye Ri­yaseti tarafından istendiğini, istenilen 26 evraktan ancak altısına rastlandığını, Amasya Istiklal Mahkemesini teşkil eden mebusların, çuvalların mühürlerinin sökülmüş olması dolayısıyla Meclis Riyaseti tarafından istenilen aramaya ve tasnife iştirak etmekten çekindikleri anlatılıyor ve netice olarak da, Istiklal Mahkemelerine ait dosyalar için yapılacak muamelenin çok acele olarak bir karara bağlanması Meclis umumi heyetinden isteniliyordu.

Ilk sözü, Gümüşhane mebusu, eski maliye vekili Hasan Fehmi Bey aldı ve bu işin Meclis Riyasetinin salahiyeti dahilinde olduğunu, bu (çuvalları) açabi­leceğini, sonra mühürleyerek yerine koyabileceğini ifade etti.

Rauf Bey, aksi kanaatte idi:

“-Evrakın tarihi ve içtimai fevkalade ehemmiyeti vardır. Tapu kaydı değildir bunlar… Allah ve Tarih önündeki muhasebenin evrakı müsbitesidir bunlar…

Sadece Amasya Istiklal Mahkemesinin evrakı 30-40 (ÇUVAL)dır. Evvelce ba­zı evrakın celbine heyetiniz karar vermiş, getirilmiş, Şimdi bu kararları vermiş olan mebus arkadaşlarımız bile el sürmekten çekiniyorlar. Bu şekilde idare he­yeti kendisinde nasıl salahiyet görebilir?”

Kars mebusu Cavid Bey söz aldı, dedi ki:

Diyelim ki bugün için buna bir çare buldunuz, Istiklal Mahkemelerinde reis, aza, müddeiumumi olarak vazife görenlerin hepsi mebus arkadaşlarımız­dır. Elbette kanun ve vicdanlarını hakem yaparak karar vermişlerdir. Bu karar­larına ait evraka nasıl uzatmıyorlar? Hayret ederim… Diyelim ki, bütün hadisata vazülyed olan yüksek heyetiniz karar verdi, bir heyet tefrik ettiniz, bunla­rı bugün için tetkik ve intaç etti. Fakat sorarım: On, Yüz, Bin sene sonra ne olacak? Elbette çocuklarımız ve torunlarımız, bu evrakı bir bir tetkik edecek­ler. Çuval ne demek efendim? Fasulye mi saklıyoruz? Şimdiye kadar bunların yegan yegan tasnif ve temhiri, sağlam sandıklara vaz’ı, gayet muntazam birer fihristinin yapılması icab ederdi.”

Amasya Mebusu Ömer Liitfi Bey, yeter sayıda memuru olan Istiklal Mah­kemelerinin vazifelerini tamamladıkları zaman verdikleri hükümlere ait dos­yaları gayet muntazam ve nizami mahkemelerin yaptıkları gibi numaralı ve fihrisdi zarflar içinde hazırlayarak Meclis riyasetine tevdi etmelerinin şart ol­duğunu, bu vazifeyi yerine getirmeyenlerin tarih huzurunda mes’ul durumda bulunduklarını, azalar hayatta iken vazifenin bir dakika ihmal edilmeden ye­rine getirilmesinin şart olduğunu izah etti ve dedi ki:

Riyaset makamına istirham ederim, her Istiklal Mahkemesine idare he­yetinden birer arkadaş verilerek bu tarihi, adli, hatta insani vazifeyi buradaki mukaddes vazifemiz tamamlanmadan yerine getirelim ve mes’uliyeti maneviyeden kurtulalım. Çünkü bu vazife münhasıran Istiklal Mahkemelerinde va­zife görmüş arkadaşlarıma ait değildir. Bütün Meclisin şahsiyetine şamil vedi­adır.”

Bundan sonra Cemal Kutay, Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in şöyle bir sual sorduğunu aktarıyor:

“- Istiklal Mahkemeleri birçok idam kararı vermiştir, birçoklarını sürgün et­miştir. Bunların çocukları, yakınları, akrabaları vardır. Yarın fevkalade zaman­lar geçip nizami adalet cihazı vatanın mukadderatını tedvire başladığı zaman, fevkalade zamanların mikyaslarını ancak bu evrak içinde tetkik ederek anlaya­cak olanlar, böyle bir haktan mahrum kalırlarsa bu kararı vermiş olanları lanetle yadetmezler mi?…”

Cemal Kutay, Şarki Karahisar mebusu Ali Süruri Efendi’nin de Rauf Bey’e şu suali sorduğunu anlatıyor:

“- Meclisin hafi celseleri ve diğer evrakı siyasiyesini kim saklıyor? Nasıl mu­hafaza ediliyor? Istiklal Mahkemeleri evrakı bunlardan daha az ehemmiyetli değildir. Yarın, bu günlerin tarihi yazılırken asıl istinad edilecek evrak ve vesa­ik bu mahkemelerin dava safhalarındadır. Müdafaalar, şahitlerin söyledikleri, hadiseler ve vakaların safahatı bu çuvallar içindeki perişan evraktır. Neden Riyaset Makamı aynı hassasiyeti göstermiyor?”

Cemal Kutay devam ediyor:

Rauf Bey anlattı ki, mevzuun Meclis heyeti umumiyesine getirilmiş olması, aynı hassasiyetin ifadesidir ve umumi heyetten karar istenmektedir. Fakat ba­zı Istiklal Mahkemelerinin evrakı o haldedir ki, kararları vermiş olanlar bile el sürmek istemiyorlar. Bu sebeple ne yapmak lazım, umumi heyet karar versin…

Münakaşalar uzuyor…

Birçok takrirler veriliyor. Riyaset makamı bunları sıra ile reye koyuyor. Tak­rirler arasına, vazife görmüş ve görmekte olan Istiklal Mahkemelerinin verdik­leri kararlara ait dosyaları muntazam şekilde tasnif etmedikçe, vazifelerinin bitmiş sayılamayacağına ve kendilerine kısa müddet verilmesine dair olanlar da var. Neticede, Şarki Karahisar Mebusu Ali Süruri Efendi’nin şu takriri ka­bul ediliyor:

“- Vazifesine hitam verilmiş olan Istiklal Mahkemelerine ait evrakın o mah­keme heyetinden burada mevcud zevat ile Meclis Riyaseti idare memurları ta­rafından müştereken muntazam surette tasnif ve cedveli tanzim ve tasdik edil­mek ve badehu tasnif edilmiş bu evrakın, Meclisin diğer mühim evrakı misullu hıfcı için vazifedar olanlara teslim olunmak lazım geleceğinden bu suretle muamele ifasına karar ita buyurulmasını teklif eylerim.”

Meclisin bu şekilde, yani her Istiklal Mahkemesinde vazife almış olanlarla, Meclis Riyaset Divanına mensup diğer mebuslardan seçilecek kimselerle işbir­liği yaparak, bu (çuvallar içindeki) evrakın muntazam dosyalar halinde, ve fih­ristleri yapılarak tanzim ve Meclis Riyasetine teslim edilmesi, neticeden de umumi heyete malumat verilmesi yolundaki kararının tatbikatı ne oluyor?

Birinci Büyük Millet Meclisi’nin kendi kendisini fesih kararı olan 18 Nisan 1923 tarihine kadar. Meclis zabıtlarında bu mevzua ait müzakereye rastlamı­yoruz. Ikinci Büyük Millet Meclisi ise, Istiklal Mahkemelerinin daha başka mahiyet aldığı, yani mevzuun IKINCI SAFHASI’nın başladığı devredir ve Is­tiklal Mahkemeleri, 1923’le 1927 arasında, tam bir siyasi müessese olmuş, ba­zı hususi düşünceleri ve memlekette zor ve tethişle yerleşmesi arzusu ifadelenemeyen hususları, inkılaplar namına tarsin ve tesis eden cihaz haline getiril­miştir. Bu safha içinde de, verilmiş kararlara ait evrakın, istikbalin tarihçesine dayanılabilir malzeme olmasını istemeyi düşünen kimsenin çıkmasını bekle­mek, aşırı iyimserlik olurdu. Nitekim, daha sonraki Istiklal Mahkemelerinin verdikleri kararların gerek insan hayatlarına şamil sayısı, gerek bazı şahsiyetleri tarihin hükmüne bambaşka şekilde sevketmenin gayretleri içinde bu mah­kemelerin kararlarını tetkik edebilme, üzerinde araştırma yapabilme ve hatta mevzu sayabilme cesaretini gösteren kimse çıkmamıştır.

Böylesine kaderine terkediş ve mevzuu kapanmış bir devrenin hadisesi ola­rak nisyana terk etmenin düşüncesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine, rahmetli Kazım Karabekir’in, 1946’da Reis olarak seçilmesine kadar devam et­miştir.

Ölümüne kadar, iki yıldan daha az sürmüş bu devre içinde rahmetli Karabekir, kendisinin de Atatürk’e yapılmış suikast dolayısıyla müttehim olarak çıktığı Istiklal Mahkemelerinin dosyalarının akibeti ile alakadar olmuştur.

Anlaşılmıştır ki, Meclis Evrakı arasında bulunanlar, Mahkemelerin “verebildikleri”dir ve bunlar, 17 Haziran 1338 (1922) tarihindeki müzakerelerin var­dığı neticeye göre düzenlenmiş değildir. Istiklal Mahkemelerinin teşkilinden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin teşrii hayattan çekilmesine kadar geçen dev­re içinde 23 Istiklal Mahkemesi vazife görmüş, bazı yerlere muhtelif tarihler­de iki, hatta üç Istiklal Mahkemesi heyeti gönderilmiştir. Birinci Meclis teşrii vazifesine kendi kendisini fesih suretiyle son verinceye kadar olan 23 Nisan 1920 – 18 Nisan 1923 devresi arasındaki safhaya ait Istiklal Mahkemesi evra­kı, kısmen sandıkları, kısmen çuvallar içinde toplanılmış, ancak 17 Haziran 1922 tarihli celsede Pontus harekatı dolayısıyla bahis mevzuu olan Amasya Is­tiklal Mahkemesine ait olan dosyalar tasnif edilmiş, diğerleri ele alınmamıştır. 1923’den sonrakiler ise, ancak verilmesi muvafık görülenler’e ait birer hülasa zabıt olarak Meclis arşivine intikal etmiştir. Rahmetli Karabekir, artık tarihin malı olması icab eden bu evrakın arzu edenlerin tetkikine serbest ve açık bu­lundurulması, bunların da nihayet Meclis Zabıtları şeklinde telakki edilmesi­nin gününün geldiği yolundaki kanaatini Cumhuriyet Halk Partisi grubuna götürmek istemiş, fakat 1946’da artık fiilen siyaset sahnesinde olan muhalefe­te yeni mevzular vermemek endişesi ile bu arzu önlenmiştir.[17]

Cemal Kutay’dan yaptığımız uzunca alıntı burada son buldu.

Anladığımız kadarıyla Istiklal Mahkemeleri’ne ait dosyalar saklanmak istenmiştir. Anlaşılan o ki, işlenen cinayetlerin ortaya çıkmasından korkuluyor.

Ayrıca Cemal Kutay’ın şu sözleri üzerinde dikkatle düşünülmelidir:

“…IKINCI SAFHASI’nın başladığı devredir ve Is­tiklal Mahkemeleri, 1923’le 1927 arasında, tam bir siyasi müessese olmuş, ba­zı hususi düşünceleri ve memlekette zor ve tethişle yerleşmesi arzusu ifadelenemeyen hususları, inkılaplar namına tarsin ve tesis eden cihaz haline getiril­miştir. Bu safha içinde de, verilmiş kararlara ait evrakın, istikbalin tarihçesine dayanılabilir malzeme olmasını istemeyi düşünen kimsenin çıkmasını bekle­mek, aşırı iyimserlik olurdu. Nitekim, daha sonraki Istiklal Mahkemelerinin verdikleri kararların gerek insan hayatlarına şamil sayısı, gerek bazı şahsiyederi tarihin hükmüne bambaşka şekilde sevketmenin gayretleri içinde bu mah­kemelerin kararlarını tetkik edebilme, üzerinde araştırma yapabilme ve hatta mevzu sayabilme cesaretini gösteren kimse çıkmamıştır.“

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



[17] no’lu dipnot ile ilgili… Cemal Kutay’ın naklettiği münakaşanın Meclis tutanağından bir bölüm (KAYNAK: Münakaşanın tamamı için bakınız; TBMM Zabıt Ceridesi, Içtima 56, cild 20, 17.6.1338, sayfa 448 ve devamı.)

***Istiklal Mahkemeleri’nin hukuksuzluğuna dair 3 misal***



Istiklal Mahkemesi Üyeleri: Kılıç Ali, Ali Çetinkaya (Kel Ali), Reşit Galip

***

Misal 1:

Insan Hakları Ihlali, Zulüm (Istiklal Mahkemesi tutanaklarından) :

Şükrü Bey söz istedi:

– Bu işte Abdülkadir’in pek mühim bir rol oynadığı anlaşılıyor, tavzih edeceğim (açıklama yapacağım). Bir avukat tutacağım…

Reis Kel Ali (Ali Çetinkaya):

– Istiklal Mahkemeleri, dava vekillerinin canbazlığına gelmez. Mahkememizim derecatı yoktur. Millet hükme intizar ediyor, ne söyleyecekseniz açıkça söyleyiniz. Avukatlara falan geçilecek vaktimiz yok.[18]

***

Misal 2:

KANUNUN DEĞİŞMİŞ OLMASI BİZl BAĞLAMAZ!

Ceza hukukunda temel bir kural vardır. Bir suçu düzenleyen yasa hükmünde yapılan değişiklik eğer sanık lehine ise, geçmişe de etkili olmak kaydıyla hemen uygulanır. Bu kural TCK’nın 2. maddesinde de bulunmaktadır: “Işlendikten sonra yapılan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimse cezalandırılmaz.” Ne var ki bu kural Istiklal Mahkemesi için bir anlam ifade etmiyordu.

Şöyle ki:

Yeni Ceza Kanunu mecliste 1 Mart 1926’da kabul edilmiş, TCK 1 Temmuz. 1926’da yürürlüğe girmişti. Yasanın hükmüne uygun olarak mahkemeler yeni kanunu uygulamaya başladılar. Ne var ki hukukun bu genel ilkesinin Istiklal Mahkemesinde işlemesi mümkün olmadı. Çünkü Adliye vekaleti Istiklal Mahkemesini adeta kendisinden de yasalardan da üstün görüyordu! Tümüyle hukuka aykırı bir biçimde Adliye Vekaleti Istiklal Mahkemesine bir yazı göndererek “yeni ceza yasasının yürürlüğe girdiğini, bu yeni yasanın Istiklal Mahkemesinde de uygulanıp uygulan­mayacağını” soracaktı. Böyle bir sorunun sorulması tam bir skandaldı.

Ama skandal sözkonusu olacaksa cevapta sorudan aşşağı değildi. Bu yazıyı 1 Temmuz 1926 tarihinde, bir suretini de Başbakan Ismet Paşaya yolladığı telgrafla cevaplayan Mahkeme buna taraftar olmadığını bildiriyordu.

Prof. Dr. Mete Tunçay Adalet Bakanlığının sorduğu bu suali ve verilen cevabı şöyle yorumluyor:

“… Adalet Bakanlığının böyle bir soru sorması ve mahkemenin böyle bir yanıt vermesi bile, insana tuhaf geliyor.[19]

Yasa mahkemeyi bağlamıyordu! Peki mahkemeyi bağlayan ne idi?

GEREKİRSE KANUNUN ÜZERİNE DE ÇIKARIZ

Şark Istiklal Mahkemesi savcısı Süreyya Örgeevren Dünya gazetesinde yayınlanan anılarında Istiklal Mahkemesi yargılamalarının son derece önemli bir özelliğine dikkat çekiyor.

*Acaba Istiklal Mahkemeleri hangi suçları yargılamakla yetkilidir?

Yani yargı yetkisinin bir sınırı var mıdır? Savcı Örgeevren kendilerinin ancak Istiklal Mahkemesi kapsamında ve orada belirtilen suç sanıklarını yargılayabileceğini düşünüyor. Mahkeme ise onunla aynı görüşte değil. Tam tersine yetki alanında bir sınırlama olmadığı düşüncesinde. Bu konu savcı ile mahkeme üyeleri arasında çok önemli bir tartışmaya neden olurken, Mahkeme başkanı Müfit Bey Istiklal Mahkemelerinin amacına varmak için hukuk, yasa tanımayacağını ifade ediyor.

Savcı anlatıyor:

“3 Mayıs 1925 günü büromda dosyaları tetkik ediyordum. Bir ara mahkeme reisinin odasına gittim. Hakimler oturuyorlardı. Daha merhaba bile demeden Istiklal Mahkemesi üyelerinden Ali Saip Bey “Süreyya Bey! Siz mahkememizin Istiklal Mahkemesi Kanununda tasrih edilen suçlardan başka fiillere el koyup muhakeme edemeyeceklerini söylemişsi­niz, işte gazeteler. Bu nasıl oluyor?” diye asabi bir tavırla bana sordu. Ben de olabilir kardeşim. Benim gazetelerden haberim yok. Ancak size şu hususu tekrar ederim ki, Istiklal Mahakimi Kanunu’nun bu hususta kafi sarahati ihtiva eden maddeleri bulunduğu sizlerce de bilinmektedir. Ben kanun hükümlerine aykırı birşey düşünemem. Ben vazife ve salahiyetim haricindeki fiil ve hareketleri muhakeme icra ve ceza tertip edilmesi için asla sevkedemem. Istiklal Mahkemesi, kendisine kanunen verilen kaza salahiyetini, kanunun çizdiği muayyen hudut içinde istimal eder.

Bu sözlerim üzerine Saip Bey çok sinirlendi ve reis Müfit Beye döne­rek “müddeumumilik ile aramızda kanaat farkı vardır. Bir şifre yazın ben istifa ediyorum” dedi. Reis ve diğer üye de ona katıldılar. Konu üzerine uzun münakaşalar oldu. Bir ara reis Lütfi Müfit Bey bana dönerek: “Bizim dedi, milli bir gayemiz vardır. Ona varmak için arasıra kanunun fevkine de çıkarız” dedi.[20]

***

Misal 3:

Ziya Hurşit, M. Kemal Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunmaktan yargılandığı Istiklal Mahkemesi’nde kendini şöyle müdafaa etmişti:

“Ben Teşkilatı Esasiye Kanununu tagyir veya tadile teşebbüs etmedim. Büyük Millet Meclisini vazifelerini ifadan menetmek de hatırımdan geçmemiştir. Yalnız suikast yapacaktım. Muhakemem esnasında da, bunun sabit olduğunu gördünüz, şu halde Müddeiumumi (Savcı) Beyin hakkımda tatbikini istediği madde beni alakadar etmez. Bu madde bana tatbik edilemez. Çünkü, tekrar edeyim ben, ne Icra Vekilleri Heyetini devirmeği, ne de Teşkilatı Esasiye Kanununun tadilini falan istemedim. Kimseyi müsellahan isyana davet etmedim. Bu sebeple, beni ancak tevkif edildiğim zaman mer’i (yürürlükte) olan 46’ncı maddeye göre cezalandırabilirsiniz, o da şudur:

‘Suikast fikri tahakkuk etmemişse, kanunun sarahati olmayan yerlerde cinayet telakki olacak cürmü, bir seneden eksik olmamak üzere kalebentliğe tahvil olunur.’

Ben sukasti, yani cürmü yaptıktan sonra hükümeti devirmek, meclisi vazifeden menetmek isteseydim, memleketten bir tarafa ayrılmaz, burada kalırdım. Halbuki, siz de anladınız ben Sakız’a kaçacaktım.. Hülasa; kanun sarihtir. (Özetle, kanun açıktır). Kanunun sarahaten cezalandırdığı fiillerden maada hiçbir suretle ceza verilemez.”[21]

Ama verildi…

*

http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/26/istiklal-mahkemeleri/

22 Eylül 2018 Cumartesi

Kur`an`ın bir kısmına "masal" diyen Mustafa Öztürk









Nev-zuhûr ilahiyatçıların dinde reform konusundaki iştahları efkâr-ı umumiyyenin ma῾lumlarıdır. Bu tâifeden olmak üzere Prof.Dr.Mustafa Öztürk nâm kişinin “Kur’an kıssaları mitoloji / masaldır” türünden hezeyânlarına şahit olmaktayız.

29.01.2016 18:23

Kur`an`ın bir kısmına "masal" diyen Mustafa Öztürk

Nev-zuhûr ilahiyatçıların dinde reform konusundaki iştahları efkâr-ı umumiyyenin ma῾lumlarıdır. Bu tâifeden olmak üzere Prof.Dr.Mustafa Öztürk nâm kişinin “Kur’an kıssaları mitoloji / masaldır” türünden hezeyânlarına şahit olmaktayız.

Bu zatın bidâyetinden beri bu nev῾i fikirleri savunduğu, yazdığı makâlâtdan anlaşılmaktadır. “Bilge Kul-Musa Kıssasıve İslam Kültüründe Hızır Mitosu”, “Demitolojizasyon ve Kur’an”, “Kur’an, Kitab-ıMukaddes ve Sümer Mitolojisinde Hâbil-Kâbil Kıssası” adlı makalelerinde ve “Kıssaların Dili” adlı kitabında mezkûr fikirlerinin Yahudi müsteşriklerle aynı olduğunu göstermektedir.

“Kur’an, Kitab-ı Mukaddes ve Sümer Mitolojisinde Hâbil-Kâbil Kıssası”[1] adlı makalesinde Öztürk, Hâbil-Kâbil kıssasının Tevrat, İncil ve Sümer mitolojisinde de olduğunu vurgulamakta ve “Şu halde günümüz Müslümanlarının Kur’an’daki bu tür anlatımlardan hissedar olabilmeleri, diğer bir deyişle, Hâbil-Kâbil ve benzeri nitelikteki kıssalardan pratik yaşantılarına olumlu katkıda bulunacak bir dinî-ahlâkî pay çıkarmaları söz konusu olduğunda, herhangi bir Kur’an kıssasının tarihsel açıdan gerçek veya muhayyel olması çok fazla bir şey ifade etmez.” demek suretiyle Kur’an’da gerçek olarak anlatılan olayların hayal olabileceğine işaret etmektedir.

“Bilge Kul-Musa Kıssası ve İslam Kültüründe Hızır Mitosu” makalesinde ise, “Kur’an’daki pek çok kıssa gibi, muhataba iletilmek istenen mesajın ön planda tutulmasından kaynaklanan müphemlikten dolayı üzerinde pek çok spekülasyon yapılan Bilge Kul-Musa kıssasından üretilen Hızır, kelimenin tam manâsıyla mitolojik bir figür olup bu konuyla ilgili İslam tefsir, hadis ve bilhassa tasavvuf literatüründeki bilgilerin önemli bir kısmı Gılgamış, İskender ve Yahudî efsanelerinden derlenmiş gözükmektedir.” [2] demek suretiyle Kur’an’da anlatılan bir hakikati, Gılgamış, Yunan vb. efsanelerle eş göstermektedir. Söz konusu “iyi kul” un Hızır olduğu hususu ise ihtilaflı bir meseledir.

“Demitolojizasyon ve Kur’an” başlıklı makalesinde[3], Kur’an kıssalarının mitoloji / masal olduğunu ve batıda yapıldığı gibi Kur’an’ı Kerim kıssalarının da “Demitolojizasyon”a tabi tutulması; yani mitolojik / hayal ürünü unsurların ayıklanması gerektiğini savunmaktadır.[4]

Kur’an Kıssaları’nın mitolojik / masal olduğu fikrini İslam dünyasında ilk defa M.Ahmed Halefullah’ın 1947 yılında “el-Fennü’l-Kasasî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm” konulu doktora tezinde dile getirdiği[5], Muhammed Abduh, Seyyid Ahmed Han ve Muhammed İkbal’in; yakın zamanlarda ise Muhammed Esed’in de Süleyman kıssasında bu fikri savunduğunu ifade eden Öztürk[6]; sözü Demitolojizasyon kavramının mucidi Hıristiyan teolog Rudolf Bultmann’ın Yeni Ahit’i mitolojiden arındırmasına getirmekte ve Bultmann’a öykünmektedir. Öztürk, bu öykünmesini “Bize göre Kur’an’daki bazı kıssaları demitolojize etme girişimi, ilâhî vahye inanç ve bağlılık temelinde hiçbir risk içermez. Çünkü Kur’an, sıkça telaffuz edildiği gibi bir tarih kitabı değildir.” sözleriyle pekiştirmekte ve Kur’an’ın demitolojize / hayal unsurlarından ayıklanması gerektiğini açıkça savunmaktadır.

Yine aynı bölümde “Kaldı ki kıssadan maksat hisse almaktır; öyleyse muhatapları kıssadan hissedar kılmak için ille de tarihin bir uğrağında olmuş bitmiş bir hâdiseyi anlatmak gerekmez. Dahası, insanlar hiçbir tarihsel gerçekliği bulunmayan bir menkıbe, efsane ve mitolojiden de pekâla hissedar kılınabilir”dedikten sonra “Bu olgusal gerçeğin Kur’an’ın kıssa aktarım tarzında belirleyici olmadığını söylemek kanaatimizce dogmatiklik, eğer değilse safdillik olur.” demektedir.

Kur’an-ı Kerim kıssalarının mitoloji / masal olduğunu “Mebâhisu Kur’aniyye” adlı eserinde ilk dillendiren Yahudi asıllı müsteşrik Josef Horevitz (1874-1931)’dir. Tabii Peygamber Efendimiz zamanındaki müşriklerin Kur’an kıssaları için “esâtîrü’l-evvelîn” (eskilerin masalları) dediği ma῾lum.

Mekke müşriklerinin, Yahudi Josef Horevitz’in, Pavlus’un, Hıristiyan müsteşrik Rudolf Bultmann’ın dillendirdiği bu safsatanın M.Ahmed Halefullah’tan sonra sahipliğini Prof.Mustafa Öztürk yapmaktadır. Muhammed Abduh, Seyyid Ahmed Han ve Muhammed Esed bile Öztürk kadar konuyu sahiplenmemiştir. Hatta Süleyman Ateşbile tefsirinden önce kaleme aldığı “Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar” adlı eserinde kıssaların tarihsel açıdan gerçek olduğunu savunmuştur.

Kur’an-ıKerim’de kıssalarla ilgili onca ayet olmasına rağmen, Öztürk’ün Müşrik, Yahudi ve Hıristiyan oryantalistlerin dillendirdiği “Kur’an kıssalarının masal olduğu” tezini savunması Kur’an bilgisinin yoksulluğundan ziyâde proje adamı olduğu iddiasını güçlendirmektedir.

Kur’an’da Ashab-ı Kehf’i anlatılırken “Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık.”[7] Yine “And olsun ki, Peygamberlerin kıssalarında, aklı olanlar için ibretler vardır. Kur’an uydurulabilen bir söz değildir. Fakat kendinden önceki kitapları tasdik eden, inanan millete her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmettir.”[8] Bir başka ayette “Biz bu Kur’an’ı vahyederek, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa daha önce sen bunlardan habersizdin.”[9] buyurulmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın “gerçek” dediği bir olaya, “hayal” yada “masal” diyen kimseye ne sıfat verilir acaba?

Mustafa Öztürk’e Hadislerden de örnekler verebiliriz ancak Kur’an kıssalarının mitolojik / hayal ürünü olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’de “Demitolojizasyon” (mitalojik / hayal ürünü şeylerin ayıklanması) gerektiğini savunan birisine hadislerden örnek verseniz inanır mı?

Allah (cc)’ın büyüklüğünden, kudretinden, bir şeyi istediği zaman “kün feyekün / ol der oluverir”[10]demesiyle olacağından bahseden ayetler dururken; Kur’an kıssalarının Allah (cc) tarafından, olmadığı halde hayal ürünü olarak insanlara anlatıldığını savunan bir adama ne denilebilir ki… Sanki Allah (cc) bir şeyi anlatmak istediği zaman gerçek olayla örnek veremez. Sanki istese bir olay yaratıp o olayı anlatamaz. Bu akıl tutulması, Allah (cc)’ı inkârla yorumlanabilecek kadar tehlikeli bir durum değil midir?

Sahi, içinde büyüttüğü batılı müsteşriklerin görüşlerini salt doğru kabul eden, diğer yandan tevatüren gelen Kur’an haberlerini inkâr eden bu adam, Kur’an’daki kıssaların başkahramanları Peygamberleri de hayal ürünü addettiğinden haberdar mıdır? Eğer kıssaların bir kısmı hayal bir kısmı gerçek diyorsa o halde uydurma olanla gerçek olanı kim ayıracak? Kur’an kıssalarının hangi unsurları mitolojik / hayal ürünü hangilerinin hakikat olduğunu Mustafa Öztürk mü belirleyecek?

Madem ki Allah (cc), Kur’an kıssalarını Öztürk’ün belirttiği gibi insanları motive etmek için menkıbe, efsane ve mitoloji (hayal)den oluşturmakta o halde “cennet, cehennem, sırat, mizan, ahiret” gibi kavramları da insanları motive etmek için üretemez mi sorusunu da akla getirmez mi? Öyle ya, istediği zaman hayal ürünü kıssaları indiren Allah (cc), başka ayetlerde de aynı şeyi yapamaz mı?

Netice-i kelâm:

İsimlerinin önünü aldıkları unvanları kendilerine İslam hakkında söz söyleme yetkisi verdiği vehmine kapılmış, müsteşriklere karşı kompleksli, gerçek İslam alimlerine karşı tahammülsüz; ilmi makale yazma heveslerini tatmin için yazdıkları çoğu zaman İslam’ın eleştirisinden mürekkep karalamaları ve birilerine yaranma adına bu karalamalarının başına sanki İngilizce’yi çok iyi biliyormuş gibi “Abstract” koymaları; yapılacak ufak bir imtihanda bu konuda ne kadar yaya oldukları açığa çıkacak bu proje adamlarının son piyadesi Prof.Dr.Mustafa Öztürk’ün hezeyânlarına İhsan Şenocak hoca cevap vermişti. Ancak biz de üzerimize düşeni yapma adına bir lahza geçiverdik.

“Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız”[11] ayeti, mezkûr şahıs ve benzerlerinin Kur’an’ın gerçeklerine zarar veremeyeceklerinin en büyük delilidir. Tarih boyunca bu gibi cüceler ortaya çıkmış, bugün onların esâmisi okunmamaktadır. İmam-ı Gazali’ler, İmam-ı Rabbani’ler yüzyıllardır unutulmazken mezkûr şahsın örnek aldığı M.Ahmed Halefullah gibiler bir kütüphanenin rafına sıkışıp kalmıştır. Mustafa Öztürk hakkında “ikinci Yaşar Nuri Öztürk” demiştim; görüyorum ki Yaşar Nuri bile mezkûr şahıs kadar tahribatta ileri gidememiş.

Mustafa Öztürk’ten başka hangi hadsiz “Allah (cc)’ı masal anlatmak gibi bir fiilin fâili” yapabilir ki!!!

[1]Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 4, Sayı 1, Ocak-Haziran 2004

[2] Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 14-15, Samsun 2003

[3] Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 4, Sayı 1, Ocak-Haziran 2004

[4]A.g.e, Cilt 4, Sayı 1, Ocak-Haziran 2004

[5]A.g.e, Cilt 4, Sayı 1, Ocak-Haziran 2004,

[6]A.g.e, Cilt 4, Sayı 1, Ocak-Haziran 2004,

[7]Kehf Sûresi, 13.

[8]Yusuf Sûresi, 111.

[9]Yusuf Sûresi, 3.

[10]Bakara Sûresi 117, Enam Sûresi 73, Nahl Sûresi 40, Yasin Sûresi 82.

[11]Hicr Sûresi, 9.

http://www.siyamiakyel.com/haber/fenerbahce/kuranin-bir-kismina-masal-diyen-mustafa-ozturk/112.html

KUR’AN’IN BİR KISMI “MASALDIR” DİYE İLAHİYAT PRF’Sİ: MUSTAFA ÖZTÜRK

https://www.ihsansenocak.com/mustafa-ozturk/

"Kur'an'ın Bir Kısmı Masaldır" Diyen İlahiyat Prof'u Mustafa Öztürk'e - İhsan Şenocak Hoca

https://www.youtube.com/watch?v=R5usqOUZKJI

Dr. İhsan Şenocak'tan Kur'an-ı Kerim Değiştirilsin Diyen Akademisyen'e Cevap

https://www.youtube.com/watch?v=LqEmEvm70WY




Haber 24’ün ilahiyatçısı Mustafa Öztürk’ün Allah’ın Kelamı için söylediği “Kur’an’da hatalar var” şeklindeki saldırgan ifadeleri:

“…Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın Arapça değil “Rabça” olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn/HATA tartışmasına konu olan SORUNLU İBARELER de mevcuttur. (ÖZTÜRK KENDİNCE HATALARA ÖRNEK VERİYOR!) Diğer bir deyişle, Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvîl de vardır. Azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Keza ayetlerin hecelerinde ses uyumu (seci/nesir kafiyesi) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin sonuna harf eklemek, harf düşürmek ve hatta “üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler’ şeklinde tercüme edilen ve-meârice aleyhâ yezharûn (43/Zuhruf 33) ibaresinde olduğu gibi manaya katkısı bulunmadığı halde ayet sonuna aleyhâ yezharûn (üzerine çıktıkları/çıkacakları) şeklinde bir ibare eklemek gibi hususiyetler de mevcuttur.” (Prof. Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, 15-16).

”MUSTAFA ÖZTÜRK’ÜN KUR’AN’A ATTIĞI İFTİRALAR – Dr. İhsan Şenocak

Oryantalistlerle Aynı Dili Konuşmak

Mustafa Öztürk dört makalesinin birinde, tek bir ayet kullanması onu da لا حُكْمَ إِلاَّ لِلّهِ “lâ hükme illâ lillâh” diye yanlış yazması hem kendi seviyesini, hem de onun yazılarına onay verenlerin ilmi ve ahlaki kariyerlerini göstermesi açısından önemlidir. “Vaiz Şenocak Vakası” başlıklı sebbiyesinde “ben de biraz Arapça bilirim” babında latin harflerle yazdığı ibarede ise “cem”i bir mevsufa “müfred” bir sıfat getirerek “Avâmil” düzeyinde bir metin okuyan öğrencinin bile yapmayacağı hataya düştü. “Elhamdülillahillezî ehhele abîdehu’l-fakîra…” diyerek “fakir”in “mevsufu” olan kelimeyi عبيد “ubeyd” yazması gerekirken عبد “abd”ın çoğulu olan عبيد“abîd” şeklinde terkibe aldı fakat manayı doğru verdi, “kulcağız” dedi

MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”]

Diyeceksiniz ki insan hata yapmaz mı? Elbette yapar. Fakat bir tefsir hocası, bir yazısında tek bir ayet yazıp onu da yanlış yazması bir seviye meselesi değil midir? Bu kıymette bir Arapça’ya sahip olan birinin kalkıp da Kur’an hakkında konuşmasının anlamı nedir?

Oryantalist Paret’in Kur’an’ın –haşa- uydurma olduğunu belirten görüşlerine katıldığını ikrar eden, ayrıca oryantalizmin Kur’an’la alakalı iftiralarından hareketle Allah’ın kitabında hatalar olduğunu iddia eden Öztürk’ün, bu ifadeleriyle oryantalizmin Türkiye distribütörü olduğuna itiraz etme hakkı var mıdır?

Daha Ne Yapacaktı?!

Kur’an’a uydurma diyen Paret’e katılan, Allah’la alay eden, kıssaların hakikat olduğuna inanmaya “dogmatikliktir”(Mustafa Öztürk, Kıssaların Dili: 99) diyen, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere rağmen Allah Rasulü’ne nisbet edilen “bütün hissi mucizelerin uydurma olduğunu savunan” Öztürk Kur’an’a daha nasıl saldırabilirdi ki?

Bize Kur’an-ı Kerim gibi tek bir harfinde hata olmayan bir kitab indiren ve onu tahriften koruyan Allah Azze ve Celle’ye secdeler olsun.

MUSTAFA ÖZTÜRK’ÜN “BİLİMSEL NESEBİ”

Allah’ın kitabında, “batılın zıddı ya da vakıaya uygun hüküm” anlamına gelen “hak”(bk. Cürcanî, et-Ta’rifât, 94) kelimesi kıssalar bağlamında, onların vakıaya uygun, yaşanmış olaylar olduğunu bildirmek için kullanılır. Ne var ki Cahiliyye Araplarından sonra Yahudi asıllı Oryantalist Josef Horevitz(1874-1931) “Mebâhisu Kur’aniyye” adlı eserinde Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar için “usture/masal/mitoloji” ifadesini kullanarak cahilî iddiayı iftira mahşerinden, şarkiyat enstitülerine taşıdı. Ardından da -sistem gereği- yerli oryantalizm “mitoloji” yakıştırmasına kendi icadıymış gibi akademik çalışmalarda yer verdi. Bu bağlamda Sorbonne’da Emile Durkheim’in danışmalığında İbn Haldun üzerinde tez hazırlayan bir ara Mısır’da Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Taha Hüseyin(v. 1973) “Fi’ş-Şi’ri’l-Cahilî” adlı eserinde Kur’an’ın ve İslam’ın temel esasları için tecavüzkar ifadeler kullandı. Kıssalarla alakalı olarak da, Tevrat ve Kur’an’ın Hz. İbrahim ve İsmail’den bahsetmesi, bu iki ismin birer tarihi şahsiyet olduklarını isbat için yeterli değildir, dedi (Taha Hüseyin, fi’ş-Şi’ri’l-Cahili, 26; er-Rûmî, Menhecu’l-Medreseti’l-Akliyye, I, 447). Daha sonra ise Muhammed Ahmed Halefullah hocası Emin el-Hulî’nin nezaretinde 1947 yılında hazırladığı, “el-Fennu’l-Kasasi fi’l-Kur’ani’l-Kerîm” başlıklı tezinde Kur’an’daki kıssaların bir kısmının usture/masal olduğunu, Kur’an’da tarihte hiç yaşanmadık hayali olayların geçtiğini iddia etti. Bu iddialar üzerine Mısır karıştı, ulema, bu anlayışa sahip olanları tekfir etti, tepkiler üzerine şimdiki adı Kahire olan Fuad Üniversitesi tezin reddine, öğrencinin de uzaklaştırılmasına karar verdi. O tarihe kadar sesi çıkmayan Emin el-Hulî Kur’an’daki kıssaların uydurma olduğunu, Halefullah’ın tezindeki her mevzunun gerçeği yansıttığını, ateşe atılsa da bu hususu savunacağını söyledi (Halefullah, a.g.e., 1; er-Rûmî, a.g.e., 448).

Masalcılarla Tarihselciler Aynı Safta

Mısır’da bu çizgi tarihselci düşünceyle aynı damarda akmıştır. Nitekim, el-Hûlî’nin sistematize ettiği Aişe Abdurrahman, Ahmed Halefullah ve diğer “Edebi Tefsir” ekolü bağlıları tarafından Kur’an’a tatbik edilen ve Kur’an’ın sırf bir edebi ürün olduğunu söyleyerek Allah Rasulü tarafından uydurulduğunu îma eden anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma Kur’an hakkındaki görüşleri hezeyanlarla dolu olduğundan dolayı Mısır uleması tarafından irtidat ettiğine dolayısıyla hanımıyla akdettiği nikahın fesh olduğuna hükmedilen Nasr Hamid Ebû Zeyd’e aittir. Nasr Hamid’in irtidadına hükmedilince en önemli müdafii Kur’an’a masal diyen Halefullah olmuştur.

Kur’an’a Masal diyen Yerli Bir Oryantalist: Halefullah

Tezinde Kur’an’daki pek çok kıssanın tarihi açıdan bir geçerliliği olmadığını iddia eden Halefullah, İslam’ın kürsüsü olarak iştihar eden Mısır’da Kur’an’da tarihi gerçeklere aykırı anlatımlar olduğunu ileri sürdü.

Kur’an’ın nuzulünden 14 asır sonra Mısır’da Müslüman adını taşıyan biri, Mekke müşriklerinin ağzıyla Kur’an’la mücadeleye girişti: “Onlardan okuduğun Kur’an’ı dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde: ‘Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ diyerek seninle mücadele ederler.” (En’am: 25). Oryantalizmin yerli şubesi, arkasına küresel eşkıyayı alarak milyonlarca Müslümanın yüzüne baka baka Kur’an’a “masal” deme cüretinde bulundu.

Halefullah imanî olduğu kadar ahlakî bir sorun da teşkil eden teziyle aklın önünde geniş bir alan açmayı, Kur’an’da geçen tarihi her hadiseyi incelemeyi, bundan da rahatsız olmanın “bilimsel özgürlüğe” pranga vurmak anlamına geldiğini söyledi. Ona göre bu durum, amacı öğüt vermek olan Kur’an’a aykırı değildir. Ne var ki Halefullah bu yaklaşımıyla Ehl-i Kitab gibi davranıyor, Kur’an’ın hevasına uyan kısmını alıyor, diğerini ise reddediyor. Nitekim Allah Teala konu ile alakalı şöyle buyurmaktadır: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin her birini sana anlatıyoruz. Bunlarda sana yaşanmış olayların bilgisi/hak, müminlere de bir öğüt ve hatırlatma geldi.”(Hûd: 120). Ayetin mealinden de anlaşıldığı gibi Allah Rasulü’nü (s.a.v.) teselli eden, müminlere öğüt veren her bir kıssa haktır, yani gerçekte yaşanan olayların vahyedilmesidir. Ne var ki Halefullah kıssaların “öğüt” içermeleri ile alakalı kısmı alıyor, “hak” olmalarını reddediyor.

Tez Çapında Cüretkârlık

Halefullah’la bir tez çapında ifade imkanı bulan Kur’an’a “masal” deme cüretkârlığı aslında şunu iddia etmektedir: “Tarihi verilerle Kur’an-ı Kerim çatıştığında, tarih esas alınır, Kur’anî olan bilgi terkedilir.”. Beşerî olanı, ilahî olana önceleyen bu anlayış, adı Müslüman olan kişiler tarafından temsil edilmesi itibariyle materyalist bir inkardan daha tehlikeli olmuştur.

Tarih Kitapları mı, Kur’an mı?

Hz. Adem’le başlayan insanlığın tarihi on binlerce yıla dayandığına, m.ö. 3500 tarihinde bulunması itibariyle yazının yaşının da beş bin yıl olduğuna göre, yazılı tarihi esas almak en iyimser ifadeyle insanlık tarihinin 5000 yıl öncesini inkar etmektir. Kur’an-ı Kerim ise yazının henüz bulunmadığı dolayısıyla tarih yazıcılığının olmadığı zamanlardan, o zamanlarda yaşayan peygamberlerden de bahsediyor. Ayrıca tarihi bir olayı nakletmek, tarihçilerin itikadî, siyasî, ictimaî kabullerine göre de değişir. Her tarihçi naklettiği bir hadiseyi ona inancının boyasını dökerek anlatır. İstanbul fethini Bizans ve Osmanlı tarihçilerinin eserlerinden okuduğunuzda, tek ortak noktanın İstanbul’un Osmanlı Devleti tarafından fethedildiğidir. Bunun dışında hemen her konu farklı vurgularla anlatılır. Buna rağmen malum anlayışa göre Kur’an’la tarih çatıştığında yine de tarihi tercih etmek, “bilimsel(!) olmanın” gereğidir. Bu yüzden Halefullah, Allah’ın vahyini esas alıp, insanın yeryüzü serüvenine nisbetle daha dün başlayan tarihi tashih etme yerine; tarihi esas alıp Allah’ın ayetlerini tashih etme cüretinde bulundu. Ne var ki, adı Ahmed olan bir Mısırlı böyle bir kıymete sahip tarihi verileri dikkate alıp, onlarla yer yer çatışan Kur’an’a usture/masal/mitoloji demeyi tercih etti.

İncil’i Esas Alıp Kur’an’a “Masal” Demek

Yahudi asıllı Josef’ten aldığı “Kur’an”a masal isnadında bulunma vazifesini eda ederken, reddiye sağnağına gömülen Halefullah’ın nebbaşlığına soyunan çağdaş İlahiyatçının neyi, nasıl, kimden arakladığını anlayabilmek için nesebinin dayanağı olan Halefullah’ın tezini bir örnek bağlamında muşahhaslaştıralım:

Halefullah, Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın beşikte konuşmasını, (Al-i İmran: 46),“Eğer konuşmuş olsaydı olağan üstü bir hadise olan bu durumun Tevrat’ta nakledilmesi gerektiğini” iddia ederek, reddettiklerini nakleder(Halefullah, a.g.e., 25). Halefullah’ın dikkat çektiği bu ayet, Allah Rasulü (s.a.v.) zamanında Yahudi ve Hristiyanların yaşadığı toplumda onların yüzüne karşı okundu. İslam’ı reddetme, Kur’an’a itiraz etme noktasında fevkalade bir iştiyak içerisinde olmalarına rağmen bu hususta hiçbir muhalefetleri olmadı.

Fahruddîn er-Razî, kelamcılardan naklen Hz. İsa’nın kundakta iken konuşmasını reddeden Hristiyanlara cevap sadedinde şunları söyler, “Hz. İsa’nın kundakta konuşması Hz. Meryem’in fuhuş iddialarından beraatine delalet etmek içindir. Orada bulunanlar da, Hz. İsa’yı duyanlar da az bir kalabalıktı. Bu tür durumlarda meselenin gizliliği noktasında anlaşmak normaldir. Onlar bunu zikretmeleri durumunda Yahudiler tarafından tekzip edilip yalancılıkla itham edileceklerini hissettiklerinden dolayı sustular ve bütün bunlardan dolayı mevzu, Allah Teala, Rasulü Hz. Muhammed’e (s.a.v.) haber verene kadar gizli kaldı.” Ayrıca bütün Hristiyanlar da bu durumu inkar etmedi. Nitekim Cafer b. Ebî Talib Meryem Suresi’ni Necaşi’ye okuyunca, Necaşî, “İsa (as) olayıyla bu kelamda zikredilenler arasında bir çekirdek kadar fark yok” dedi (er-Razî, Mefâtîhu’l-Gayb, VIII, 46-7).

Tarih kitaplarının Hz. İsa’nın çocukken konuştuğunu yazmamış olması da hadisenin yaşanmadığına delil olamaz. Çünkü tarih, ferdi planda cereyan eden binlerce hadiseyi yazmadı, yazamadı. Hz. İsa’nın bir çocuk olması hasebiyle konuşması da ferdi bir olay olarak tanıkların zihin dünyasında kaldı, kayda geçmediğinden sonraki kuşaklara intikal etmedi.

Tarih yazıcılığının sübjektifliği, hadisenin İslam’da olduğu gibi rivayet sistemiyle nakledilmiş olmaması ortada iken, garip hadiseleri tarihi hakikat olarak kabul edip Allah’ın ayetlerine tahrif edilen kitaptan ya da masal mecmualarından delil ya da itibar aramak, evhamı yakîn bilgiye tercih etmektir.

İncil üzerinde tarih boyu pek çok insan tasarrufta bulunmuş, bu yüzden hakla batıl bazen aynı cümlede, bazen de aynı sayfa ya da kıssada yer almıştır. Batılıların tarihlerinin önemli bir bölümünün kuruntu, efsane, yalan, propaganda ve biraz da hadiseleri olduğu gibi nakletme ameliyesinden ibaret olduğu zahirken nasıl oluyor da, tarihin bir çocuğun kundakta konuşmasını kayda geçmemesini, onu haber veren Allah’ın ayetinin tekzip edilmesine delil olarak kabul edebiliyorlar?

Hz. Meryem’i Niçin Yakmadılar?

İmran’ın eşi Hanne’nin adanmış çocuğu Hz. Meryem ne nişanlandı, ne evlendi, ne de üzerine bir erkek dokundu. Rahbanî bir hayatı tercih etti ve ömür boyu bu hayata sadakat gösterdi.

Yahudi Şeriatı’na göre, bir din adamının kızı zina ederse ateşte yakılırdı(Sifru’l-Ahbâr, IX, 21). Hz. Meryem’de, Hz. Harun’un soyundan bir din adamının kızı olarak evlenmeden bir erkek çocuk dünyaya getirdi fakat ateşte yakılmadı. Çünkü dünyaya getirdiği oğlu İsa beşikte konuşarak annesi Meryem’in fuhuştan beri olduğunu kanıtladı.

Ahmed Halefullah, Kur’an’ı itibarsızlaştırma projesinin yerli oryantalizm şubesinde çalışan bir mustagrib olarak vazifesini yaptı ve önemli bir bölümünün uydurma olduğu bizzat müntesipleri tarafından itiraf edilen İncil’i esas alarak Kur’an kıssalarına usture/masal dedi. Bu ameliyesiyle Kur’an-ı Kerim etrafında şüpheler oluşturmak için cüretkâr bir adım atmaya kalkıştı. Fakat ileriye gidemedi. Ulemanın reddiyeleri karşısında sükuta büründü. Elinde kalan vazifesini ise Kur’an’ın “half” dediği selefin mirasını zâyi eden zümreye bıraktı.

Müseccel Yobazlardan Öztürk’e “Masal Saldırıları”

Oryantalizmin masasından Mısır’a taşınan, müellifi Halefullah tarafından da savunulamayınca arşive kaldırılan kıssaların uydurma olduğu hezeyanı bugün bir televizyon kanalında da program yapmakta olan Mustafa Öztürk vasıtasıyla ilahiyat kürsülerinde seslendiriliyor.

Küfür cephesinin müseccel yobazlarından şu kadar yıl sonra bir ilahiyat hocası Allah’ın, Kitabında defaetle hakikat olduklarını beyan ettiği(Kehf:13) en güzel dediği(Yusuf:3), müminleri ibret almaya çağırdığı, uydurma olmadığını tasrih ettiği (Yusuf: 111) Kur’an kıssalarına “masal” isnadında bulunuyor. Evet Öztürk aynen şunları söylüyor: “Bizce bu noktada yapılacak en büyük yanlış, Kur’an kıssalarının tümünü birer tarihi hakikat olarak …. mütalaa etmektir.” (Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara Okulu Yayınları, 2010, 99). Ne gariptir ki bu hezeyanları Mekke müşrikleri ya da oryantalistler değil bir ilahiyat hocası söylüyor. Bu ilahiyatçıya göre Kur’an-ı Kerim’deki kıssaların gerçekte yaşanmış olaylar olduğuna inanmak yani Mekke müşriklerinin “öncekilerin masalları” şeklindeki hezeyanını reddetmek, “Dogmatiklik, eğer değilse safdilliktir.” (Öztürk, a.g.e., 98).

Aldığı maaş gereği Kur’an-ı Kerim’i anlatmakla mükellef olan birinin oryantalistlerin cephesinden Mekke müşriklerinin ağzıyla Kur’an’a saldırması bu yönüyle ilktir. Bu ilk olma şerefi de (!) Öztürk’e aittir.

Yerli oryantalistlere göre niçin Allah’ın peygamberlerinden bahseden ayetleri “masal” oluyor da, mesela tarihçilerin kitaplarına aldığı haberler “masal” sayılmıyor; tarih kitaplarına, masal mecmuası denmiyor. Eğer bu duruma insanların bir kısmının bu kıssaları tasdik etmemeleri gerekçe gösterilecekse ya da bazılarının onları benimsemediği söylenecekse peki neden herkesin ittifakla kabul etmediği nazariyelere masal değil de nazariye deniyor?!

Herhangi bir mesele ilmi açıdan ne kadar mantığa uymasa da insanlar ona yine de masal demezler. Çünkü bu mesele insanî olduğu kadar ahlakî bir mevzudur da. Bu noktada Mustafa Öztürk’ün, Allah Teala’nın Kur’an’da bildirdiği kıssaları tasdik edip-etmeme muhayyerliği tabiki vardır hatta vahye inanmayabilir de. Fakat ne onun, ne de onun gibilerin anlayamadıkları ya da inanmadıkları ayetlere “masal” deme hakkı yoktur.

Öztürk Kur’an’ı Ne Kadar Biliyor?

Sahabe Kur’an’ı daha çok Allah Rasulü (s.a.v.) mihrapta iken Onun ağzından dinledi. Erkekler gibi pek çok kadın sahabi de Kur’an’la istidlal edecek seviyeye yükseldi. Bir gün Hz. Ömer hutbede hazirûna mehirde aşırı gitmeyin deyince bir kadın yerinden kalkıp şöyle seslendi, “Ey Ömer! Allah bize veriyor, sense bizi mahrum ediyorsun. Allah Kitabında, ‘Onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayınız.’ buyurmuyor mu?” (Nisa: 20). Bunun üzerine Hz. Ömer, “Kadın isabet etti, Ömer yanıldı.” dedi, Başka bir rivayette ise, “Başını öne eğip, şöyle dedi, “Bütün insanlar senden daha fakihtir Ey Ömer!”(Kurtubî, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, V, 66.).

Mustagriblerden proje adamı olmayanlarının savrulmasının temel nedeni meselelere bütüncül bakamamaları, bir konuda, ilgili diğer ayetlerden habersiz, siyak-sibaktan mahrum bir halde tek bir ayet üzerinden hüküm vermeleridir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafir olduğuna hükmeden (bk Maide: 44) “Tekfirci Müslümanlar” meseleyi, Hz. Yusuf’un, Allah’ın indirdiklerine göre yönetilmeyen bir ülkede hazineden sorumlu bakan olmayı talep ettiğini (Yusuf: 55) göz önünde bulundurarak değerlendirselerdi, Müslümanları tekfir etmeyecek, Maide suresindeki ayeti, “Allah’ın indirdikleriyle (onları inkar ederek hükmetmeyenler) kafir olur.” diye anlayacaktı.

“Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (Müddessîr: 48) ayetinden hareketle şefaati inkar edenler, Google‘da “şefaat” yazıp ayet-i kerime arama yerine siyak-sibak ilmine vakıf olsaydı önceki ayetlerde ölmeden önce ceza gününü yalanlayanlara şefaatçilerin şefaatinin fayda vermediğini (Müddessir, 46-7) görecek, Taha (109) suresinde ki ayeti kerimeye baktığında da Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseler arasında şefaatin olduğunu görecek, Müddessir süresindeki ayetin kafirler, şefaatin caiz olduğunu bildiren ayetin ise Müslümanlar hakkında olduğunu anlayacaktı.

Ebu Zerr (r.a.) Allah Rasulü’ne (s.a.v.) önce hangi mescidin yapıldığını sorar, Efendimiz’in “Mescid-i Haram” şeklindeki cevabı üzerine, “sonra hangi mescid” der, “Mescid-i Aksa” cevabını alınca da, üçüncü defa “Kem beynehuma/İkisi arasında ne kadar bir zaman var?” diye sorar; Allah Rasulü de (s.a.v.) “kırk yıl” buyurur(Müslüm, Mesâcid, H no: 1145). “Hz. İbrahim’le Hz. Süleyman arasında 1000 yıldan daha fazla bir zaman var.” diyerek iki mescidin inşa tarihi arasında 40 yıllık bir zaman olmasının hakikati yansıtmadığını söyleyen ve bu söylem etrafında fırtına koparanlar, Kur’an ve Sünnet arasındaki irtibatı çözebilseydi ya da Kur’an meali müktesabatını biraz da olsa aşabilseydi, hadisi inkar etmeyecek belki de şunları söyleyecekti, “Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i eşi Hacer’le birlikte Mekke’ye bıraktığında Kabe-i Muazzama vardı(İbrahim:37), daha sonra ise Kabe’yi büyüyen oğlu İsmail’le mevcut temelleri üzerine yükseltti(Bakara: 127). Yeryüzünde yapılan ilk binanın Kabe olduğu(Al-i İmran: 96), Hz. İbrahim’in İsmail’i Mekke’ye getirdiğinde Kabe’nin temellerinin orada durduğu(İbrahim:37), Al-i İmran Suresi’nde geçen ayette ki “وضع” fiilinin bir şeyi bina etmek, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’le birlikteki ameliyesini konu edinen Bakara Suresi’nde ki ayette geçen “يرفع” şeklindeki fiilin yine ayette zikredilen القواعد /temeller üzerine bir yükseltme olduğu hakikatine vakıf olanlar, Hz. İbrahim’in Kabe’yi yapmadığı, tamir ettiği, Beytullah’ın inşasının da esasta 6 devreye ayrıldığını bilecek böylece iki peygamber arasında bin yıl olmasına bakarak Ebu Zerr’in rivayetini reddetmeyecek, hadiste geçen “kırk yıl” ifadesiyle Kabe ile Mescid-i Aksa’nın ilk olarak yapıldığı tarihlerin kastedildiğini anlayacaktı.

Eczacı Gibi

Batı’nın “demitoloji” eskisini pazarlayan Öztürk de, eğer Kur’an’a vakıf olsaydı, Allah Tela’nın cahillerden olmaması için Hz Nuh’a vaaz ettiğini(Hûd: 46), “Allah size ne güzel vaaz ediyor” (Nisâ: 58) mealindeki ayeti ve mevzu ile alakalı diğer Kur’anî beyanları hatırlasaydı Allah’ın en büyük vaiz olduğunu görecek ve “vaaz” etmekten, istihzaî bir ameliye olarak bahsetmeyecekti.

Eğer Öztürk, Kur’an-ı Kerim’i mealler üzerinden değil de Kur’an’ın kendinden okusaydı (belki okuyor da belli etmiyor) “vaaz”ın ne demek olduğunu anlamaya biraz daha yaklaşacak, onunla istihza etmeyecek bilakis Rudolf Bultmann gibi Protestanları taklit etmekten, “vaaz etmeyi” daha önemli görecekti.

Hafız ya da bütüncül okuma derken, bir hocanın rahlesinde sıra kitaplarını okumayan ve bu yüzden sattığı ilacın hangi hastalığa deva olduğunu bilmeyen eczacı gibi Kur’an-ı Kerim’den habersiz hafızları ya da meal muhafızlarını kasdetmediğimiz açıktır.

Ahlaki Kriz

Mustafa Öztürk, hafız olmadığından ya da Kur’an’ın bir ayetine mana verirken konuyla alakalı diğer ayetleri hatırlayacak bir hafıza ya da okuma disiplinine sahip olmadığından Mekke müşrikleri ya da Josef’in ağzıyla Kur’an’daki kıssaların bir kısmına masal derken Allah’ın Kur’an’da kaç yerde kıssalardan “hak” yani yalan olmayan, gerçekte yaşanmış hadiseler diye bahsettiğini hatırlamıyor ya da hatırlıyor fakat ciddiye almıyor. Kur’an’ın bir kısmına masal diyen kişi için her iki durumda geçerli olabilir. Burada garip olan şu ki Charlie Hebdo, Allah Rasulü’ne (s.a.v.) hakaret ederken ayağa kalkan Müslümanların bir ilahiyat hocasının Allah’ın ayetlerine masal demesine “akademik özgürlük” diyerek sessiz kalmasıdır. Aslında bu durum Müslümanların ne kadar derin bir ahlakî kriz yaşadıklarını göstermektedir.

“İndirilen Dinciler” Niçin Sessiz?

Konuşmasına “uydurma” diyen birisine öfkelenmek buna mukabil hakikat olduğu bizzat Allah Teala tarafından beyan edilen Kur’an’daki kıssalara masal diyen adamalara müsamaha göstermek, beşer sözünü Allah Kelamından daha âlî görmek anlamına gelir. Sünnet’e ittibayı emreden ayet-i kerimeler fehvasınca Kur’an-ı Kerim’i, Sünnet-i Seniyye’yi dikkate alarak anlamak gerektiğini söyleyen Müslümanları, “uydurulan dine” inanmakla itham edenlerin, ayetlere mitoloji diyen Öztürk’e sessiz kalmaları amaçlarının “Sahih Din” terkibiyle İslami tahrif etmek olduğunu göstermesi açısında dikkati câliptir.

Hulasa

Tahrif edildiği zahir olan bir kitabı esas alarak tek bir ayeti bile değişmeyen Kur’an’ı tashih etmeye kalkışmak, bir alimi dinleyen cemaatin, “Bizim yanımızda tahrif edilen bir kitap var ya da hurafe anlatan bir hocamız mevcut, bu söyledikleriniz onların beyanına aykırı” deyip onu reddetmesine benziyor. Bir alimi hurafeyi esas alıp reddetmek nasıl akla ziyan bir ameliye ise, muharref kitaptaki bir mesele de niçin Kur’an’da yok diye sormak ve bu soru üzerinden Hz. İsa’nın beşikte konuşmasını sorgulamak da o derece yanlıştır. Tarihçilere ait eksik ve sığ verileri dikkate alıp Allah’ın ayetlerine masal demek de insanın sahip olduğu bütün kıymet vasıtalarına ihanettir.

Felsefi metinlerini tercüme edenler külli manada bir tepkiye muhatap olmamak için kavramlar üzerinde oynama yapıp, kelimeleri muhtevasından daha ziyade karşı tarafın bakışına göre değerlendirmiş, bu yüzden “felsefe”yi, “hikmet” olarak tercüme etmişti. Öztürk de “Masal ve Kurân” başlığına milletin büyük bir tepki vereceğini bildiğinden, protestan teolog Rudolf Bultmann tarafından Yeni Ahit’i kurtarmak için kurgulanan mitolojiden arındırma ameliyesi demitolojizasyon kelimesini tercih etti ve yazısına “Demitolojizasyon ve Kur’an” başlığını koydu (bk. Öztürk, a.g.e., 77-8).

Müslüman bir topluma hitap ettiğinden ya da bir takım şeyleri açıktan söyleyecek zamanın henüz gelmediğini düşündüğünden başlıkta “masal” kelimesini kullanmaya cesaret edemeyen Öztürk, yazının içerisinde hatta kitabın önemli bir bölümünde “Kur’an’da masal var” demekten çekinmiyor fakat bunu demitoloji gibi avamın vehle-i ûlada anlayamayacağı kelimelerle ya da, “bir gözün görmüyor.” demeye cesaret edemediği adama, “bir gözünüz görüyor” diyen kişi gibi, “Kıssaların tümünü kurgusal-fiktif anlatı kapsamında mütalaa etmek yanlıştır.” (Öztürk, a.g.e., 99) gibi bir ifadeyle bir kısmının uydurma olduğunu iddia ediyor. Bunu bazen sarahaten bazen de delaleten yapıyor. Yaşanmasına engel olamadıkları ayetleri, “Dinlemeyin bu Kur’an-ı” (Fussilet: 26) diyerek engellemeye çalışanlar nasıl izzet seli önünde çer çöp olduysa, ona masal diyenler de aynı akibete uğradılar ve uğrayacaklardır.

Ne gariptir ki fakültedeki birkaç saatlik dersi azalacak diye bildiri yayınlayanlar Allah’ın ayetlerine masal diyen Öztürk’e karşı sağır, kör ve dilsiz kesildiler. Halbuki Öztürk bu haliyle hem bütün ilahiyatları zan altında bırakmakta, hem de, Kur’an-ı Kerim’de ki kıssalara Mekke müşrikleri gibi “önceki milletlerin masalları”(Furkan:5) diyerek dışardan Kur’an’a saldıran Charlie Hebdo’dan daha tehlikeli adımlar atmakta, daha kalıcı tahribat yapmaktadır.

Esasında bütün mesele iki noktada temerküz ediyor: Öztürk ya bir proje adamıdır; oryantalizmden alınan memuriyeti gönüllü veya ödüllü olarak îfa ediyor, ya da bir hocanın rahlesinde sıra kitaplarını okumadığından yoldan uçuruma, bekadan fenaya savruluyor. En iyimser nazarla Öztürk’ün ikinci maddeye ait olduğunu düşünüyor ve zaman zaman sebbiyelerinde, “Ben de Arapça bilirim, nesebim muhterem bir hocaya dayanır, benden kuşkulanmayın.” amacıyla kullandığı, “Ben Emin Saraç Hoca’dan okurken…” şeklindeki ifadesinin gereğini yapmasını, zaman zaman katıldığı bu yüzden nasipdar olamadığı o derslere düzenli olarak katılıp, Hocamız’dan icazet almasını tavsiye ediyoruz. Böylece hem hatalarını düzeltir, hem Joseflerden özgürleşir, hem de -bize karşı konuşurken yaptığı gibi yanına oturttuğu bir kadının yanında “reddiye” diye “sebbiye” de bulunmaz, “O kadının ya birisinin eşi, ya birisinin annesi olduğunu hatırlar, iffet yarası kapanmaz.” der, “müeddep olmayı öğrenir, ahlak fakülteleri olarak da vazife îfa eden ilahiyatlarda gayri ahlaki” konuşmalar yapmaz.

Dr. İhsan Şenocak

http://dintahripcileri.com/mustafa-ozturkun-kurana-attigi-iftiralar/

BU LİNKTE DAHA ÇOK BİLGİ VAR HEPSİNİ BURAYA ALMADIM


#2: Tarihsellik ve Tarihüstücülük (Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün İddialarına Cevap) - Ebubekir Sifil

https://www.youtube.com/watch?v=Kw9k4yLN4G4&list=PLndck28KMKrzUAPFEcBllazwtwYdobaJx&index=2

LİNKTE 14 VİDEO MEVCUT EBUBEKİR SİFİL HOCANIN SİTESİNDEN DİĞER VİDEOLARA ULAŞABİLİRSİNİZ