30 Ekim 2018 Salı

Atatürk Osmanlı’ya darbe yapmıştır







Kemalistler genelde Osmanlı’yı düşmanlarımızın yıktığını ve bunun üzerine M. Kemal Atatürk’ün yeni bir Devlet kurduğunu söyler… Bazıları da M. Kemal Atatürk’ün “Ihtilal” yaptığını söyleyerek hakikati az da olsa, kekeme bir üslupla dile getirirler.

M. Kemal Atatürk, Osmanlı’yı yıkmak maksadıyla giriştiği eylemin “darbe” olarak görülmesini önlemek için, sürekli “Millet yapmıştır”, “Millet isyan etmiştir” diyerek, asker gücüyle yaptıklarını bu söylem ile maskelemek yolunu tutmuştur. Çünkü o dönemde ipler tam manasıyla elinde olmadığından dolayı halkı uyandırmak istemiyordu.

Bu kısa girişten sonra sözü büyük ölçüde; Kara Harp Okulu’ndan mezun olan, daha sonra 1973-77 yılları arasında CHP Ankara milletvekilliği yapan ve yakın Tarih ile ilgili çeşitli eserler kaleme alan, yazar Subay Sabahattin Selek’e bırakıyoruz… Atatürkçülüğünden şüphe edilmeyen birisidir kendileri.

Anadolu Ihtilâli, “dış görünüşüyle” yabancı işgallere karşı vatanı kurtarmak gerekçesine dayanmaktadır. Halbuki bu görüşün gerisinde uzun yılların hazırladığı, “devletin bünyesini değiştir” fikri yatar. Hareketin önünde ve başında bulunanların çoğunluğu ihtilâlci bir cemiyetin, Ittihat ve Terakkinin, fikir ve heyecan potasında yoğrulmuş kimselerdi. Eğer Türkiye kurtulacaksa, Osmanlı devlet düzenininde yapılacak şekli değişikliklerle değil, yeni bir devlet düzeni getirerek kurtulacaktı. M. Kemal Atatürk tarafından daha başka biçimde ifade edilmiş olan bu fikir Anadolu ihtilâlinin ilk olarak devletin politik strüktürünü değiştirmeyi hedef güttüğünü göstermektedir. Bunun yanı sıra başlangıçtan itibaren sosyal strüktürün de değişmesi gereğinin düşünüldüğünü ortaya koyan sözlere ve fikirlere rastlamaktayız.

Izmir’in Yunan kuvvetleri tarafından işgali, Anadolu ihtilâlinin doğmasında “olumlu bir etki yapmış” ve Ihtilâli çabuklaştırmıştır.

Sözü Sabahattin Selek’e bırakıyoruz demiştik… Selek, M. Kemal’in Anadolu’ya gelişinin Izmir işgaline denk gelmesine; “iyi bir tesadüf” (!) demekte ve ayrıca M. Kemal hareketinin aslında düşmana değil, Osmanlı devlet düzenine karşı olduğunu itiraf etmektedir:

“Izmir’in işgali ve hükümetin işgal karşısındaki tutumu, ihtilâl liderinin işine çok yaramıştır. Halka, ‘dış düşmanı göstererek’ devlet düzeni dışında bir organizasyon kurmak, sonra bu organizasyonu memleket haklarını korumayan (!) hükümete karşı işletmek, Anadolu Ihtilâlinin stratejisine temel teşkil eder. Izmir’in işgali, M. Kemal Paşaya bu fırsatı vermese idi, ihtilâlin en büyük dayanağı olan orduyu bile Istanbul’dan ayırmak güç olurdu. O takdirde, mevcut kuvvetleri bir ihtilâl davranışı içine sokabilmek için, bu derece net olmayan başka gerekçeler göstermek gerekecekti. Iyi bir tesadüf (!), M. Kemal Paşanın Anadolu’ya gelişi ile Izmir’in işgalini zaman bakımından denk getirmiştir. Fırsatlardan faydalanmayı bilen ihtilâl lideri, ilk merhalede, memleketi yalnız ‘dış düşmanlardan kurtaracak adam rolünde görünmüş’ ve ihtilâlci hüviyetini gizlemiş olmasına rağmen, Izmir’in işgalini hükümete karşı alabildiğine istismar etmiştir.”

Ihtilâl Plânı ve Metod

M. Kemal Paşanın ihtilâl plânını dört noktada özetlemek mümkündür.

Şöyle ki:

1 – Anadolu’nun Istanbul ile olan fikrî ve idarî bağını kopararak Anadolu’yu Istanbul’dan ayırmak.

2 – “Milli Istiklâli kurtarmak” parolasiyle Anadolu halkını bir teşkilât etrafında birleştirerek ihtilâl atmosferine sokmak.

3 – Ihtilal için ordunun desteğini sağlamak.

4 – Anadolu’daki mülki idareyi, valiler ve mutasarrıflar eliyle ihtilâl idaresine bağlamak.

Türkiye’nin o günkü şartları içinde ne bu plân açıkça ortaya konulabilir ve ne de gelişi güzel ihtilâlden söz edilebilirdi. Işin başında olanlar bile, M. Kemal Paşa’nın memleketi ihtilâle sürüklediğini kesinlikle bilmemeli idiler. Bunun içindir ki, M. Kemal Paşa daima millî istikâli, vatanı ve Padişahı kurtarmaktan sözetmiş; Padişaha karşı yapılan herhangi bir hareketi, Padişahı kurtarmak gerekçesine dayamıştır. Ihtilâl kelimesini telâffuz etmekten dikkatle kaçınması zamanın gerçeklerinin gereği olduğu kadar, Onun ihtilâl kavramına verdiği önemden de gelir.

Nitekim, zaferden sonra bile yaptığı işi ihtilâl olarak adlandırmaktan kaçındığını ve “Isyan” deyimini tercih ettiğini görmekteyiz. 1919-1926 yıllarındaki icraatının muhasebesini yaptığı nutukta, Osmanlı Devletinin, onun istiklâlinin, padişahın, halifenin, hükümetin hiç bir anlamı kalmadığı inancına vardığını belirttikten sonra şöyle demektedir:

“Osmanlı Hükümetine, Osmanlı padişahına ve müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu.”[1]***

KAYNAK:[1] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, 9. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1969, cild 1, sayfa 14.



Ihaneti herkes görsün… Yukarıda bahsedilen M. Kemal Atatürk’ün Nutuk’unun 14’üncü sayfası. Osmanlı ve Hilafet makamı Türklerin istiklaline tecavüz mü etmiştir ey Kemal?? Türkler Osmanlı ve Hilafet ile şeref kazanmıştır şeref!!

Halkı ve orduyu ihtilâle sürükleyebilmek için M. Kemal Paşa’nın elinde üç önemli koz vardı:

a) Izmir’in Işgali,

b) Hükümetin zaafı,

c) Taşıdığı sıfat ve selâhiyetler (yetkiler).

Itilâf devletlerinin Türkiye üzerindeki emelleri ve Mondros mütarekesi gereğince bâzı yerlerin işgali, Anadolu’nun bir çok bölgelerinde halkı endişeye sevketmişti. Fakat Izmir’in işgali o güne kadar sezilmemiş olan büyük tehlikeyi meydana çıkarmıştır. O halde Izmir’in başına gelen felâket her yerde beklenebilirdi. Izmir’in işgali ile yaratılan heyecanı besliyerek bütün yurda yaymak ve devamlı kılmak gerekiyordu. M. Kemal Paşa bunu büyük bir koz olarak kullanacaktı. (…)

Easasen 6 aydan beri Itilâf devletlerinin işgali ve kontrolü altında bulunan Istanbul’da hükümet edilemezdi. Padişah da aynı sebeple hür ve serbest değildi. Bu görüşü ileri sürerek milletin Istanbul’a karşı ümidini ve güvenini kırmak, Ihtilâl için M. Kemal Paşanın elinde kuvvetli bir kozdu. Bu kozu devamlı olarak kullanabilirdi. M. Kemal Paşa “Yaveri Hazreti Şehriyari (Padişahın Onursal Yaveri) idi. Bu saygı değer sıfata ilâveten, ordu müfettişi unvanını taşıyordu.

Samsun’dan itibaren Anadolu’daki mülki ve askeri makamlara yazdığı telgraflarda, tamimlerde, imzasının üstüne her iki sıfatını da kaydetmeyi ihmal etmiyecekti. Ordu Müfettişi ve Padişahın yaveri olarak tanınmak ve güven kazanmak zorunda idi. Ilk etkiyi yaptıktan sonra bu sıfatları kaybetse bile gerisi nasıl olsa gelirdi.

Atatürkçü yazar Sabahattin Selek devam ediyor…

M. Kemal Paşa, mücadelenin iç ve dış cephesinde asıl dayanağın ordu olduğu prensibini kabul etmekle beraber, Anadolu ihtilâlini bir askerî ayaklanma şeklinde göstermekten dikkatle kaçınmıştır. Gerek Padişaha ve hükümete, gerekse dış âleme, Anadolu’da bir halk hareketi ile karşılaşıldığı kanısını vermek gerekiyordu. Ordu, ancak bu hareketi destekleyen bir kurum olarak geri plânda görünmeliydi.

22 Ocak 1920 tarihinde, şifreli bir telgrafla, Konya’daki XII., Sivas’taki III. ve Erzurum’daki XV. Kolordu Kumandanlarına, Ingilizlerin Istanbul’a tecavüzlerini arttırarak bâzı nazırları ve meb’usları bilhassa Rauf Beyi tevkif etmeleri ihtimâlinden bahsetmiş …[1]

(Selek, M. Kemal’in, bâzı nazırların ve meb’usların bilhassa Rauf Beyin Ingilizler tarafından tevkif edileceklerini aylar öncesinden bildigini söylüyor… HAYRET!!! NERDEN BILIYORDU ACABA? Oysa Ateşkes anlaşması imzalanmıştı.)

VE İSTANBUL’UN İŞGALİ

Itilâf Devletleri, 16 Mart 1920 günü Istanbul’u resmen ve fiilen işgal etmek suretiyle Anadolu ihtilâlinin başarısına “büyük ölçüde yardım etmişlerdir.” 2,5 aydanberi Ankara’da bulunan Heyeti Temsiliye Reisi M. Kemal Paşa, Istanbul’un işgalini kaçırılmayacak bir fırsat bilerek, kesin teşebbüslere girişmek imkânını bulmuş oluyordu.

(Ingilizler’de nedense hep M. Kemal’in işini kolaylaştıracak hamleler yapıyorlar!!!)

M. Kemal Paşa Istanbul’un işgali ile doğan durum karşısında, Istanbul idaresini tamamen bertaraf etmek ve Heyeti Temsiliyeyi geçici bir hükümet gibi çalıştırmak ve ihtilâlin meşruluğunu sağlıyacak bütün teşebbüslere girişmek ve özellikle Ankara’da bir meclis toplamak kararında idi. Bu kararın uygulanmasına, Heyeti Temsiliyenin bütün memlekette idarî bir merci olduğunu duyurmakla başladı. M. Kemal Paşa, Kurucu Meclis toplamayı düşünürken “rejimi değiştirmek” amacını güdüyordu.[2]

“Milli Mücadele”, bir bakıma, Türklüğün “Osmanlılığa karşı” yaptığı bir kurtuluş savaşı da sayılmak gerekir. Osmanlı Devleti topluluğundan koparak bağımsız olmak için Bulgarların, Yunanlıların yaptıkları istiklâl mücadeleleri ile 1919 yılında başlayan Türk mücadelesi, önemli bir farklılık göstermemektedir.***

KAYNAKLAR:[1] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Vesikalar No: 226/a.b.)

[2] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, 9. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1969, cild 1, sayfa 421.



Yukarıda bahsedilen M. Kemal Atatürk’ün Nutuk’unun 421’inci sayfası. Ihaneti herkes görsün…***

Ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi? Inşaallah, “müslümanım ama Atatürkçüyüm” diyenlerde anlıyordur.

Bulgarlar ile Yunanlıların Osmanlı’dan ayrılmak istemeleri normaldir. Hıristiyanların kendi yönetimlerini kurmak istemeleri doğal karşılanabilir… Ancak M. Kemal neden ayrılmak istiyordu?

Atatürkçü yazar Sabahattin Selek tabuları yıkıyor…

Yunanistan’a Anadolu’dan vaadedilen pay, Izmir ve hinterlandından* ibaretti. Bu sebeple Yunan Ordusu, Izmir’e çıktıktan 1919 Haziran sonuna kadar geçen bir buçuk ay içinde payına düşen bölgeyi işgal etmiş ve durmuştu. Yunanlılar isteseler de, Türkiye’den daha büyük faydalar sağlamak için diledikleri gibi hareket edemezlerdi. Bu, ancak Ingiltere’nin izni ile olabilirdi. Türkiye hakkındaki Ingiliz politikası ve Ingiltere’nin zafer ortaklariyle olan anlaşmaları, Yunanistan’a bu tarz bir şans tanıyacak gibi görünmüyordu.(…)

Yunanistan taarruza hazırlanırken müttefik devletler 1921 Haziran ayında Paris’te bir konferans yaparak, Trakya’yı Yunanistan’a bırakan, fakat Izmir’i bir muhtar yönetime bağlıyan esaslarda anlaştılar. Yunanistan ve Türkiye’ye bu esasları daha sonra bildirmek üzere, harbi durdurmak için tavasutta bulundular. Yunanistan, gizlilik kararına rağmen Paris Konferansı’nda varılan anlaşmayı öğrenmişti.(…)

Yunanistan, Anadolu’da ne yapabilirdi? En ölçülü hedef, Sevres Andlaşmasiyle Batı Anadolu’da kendisine verilen küçük, fakat zengin toprak parçasını elde tutmaya ve Yunanlılaştırmaya çalışmak değil mi? Bu bile bir hayaldi. Yunanistan’a katılacak arazideki Türk çoğunluğunun, şu veya bu suretle Yunan yönetimine boyun eğeceği kabul edilse bile, yine de Yunanistan burada barınamazdı. Çünkü Sevres Andlaşması, ancak haritada bir sınır çiziyordu. Batı Anadolu’da, tabiat ve coğrafya böyle bölücü bir sınır tanımıyordu.

Aksine, doğudan batıya doğru uzanan dağlar, nehirler, vadiler ve yollar, Izmir bölgesini Anadolu içlerinden gelecek her türlü saldırıya karşı açık tutuyordu. Bu bölge, olsa olsa, daha doğuda Bursa – Uşak veya Eskişehir – Afyon hattında savunulabilirdi. Nitekim, Sakarya’dan çekildikten sonra Yunanlılar bu yolda bir savunmayı seçtiler. Fakat, bu sefer de cephe çok genişliyor ve 100-150 bin kişilik bir ordu ile tutulamıyacak ölçüde büyüyerek 500-600 kilometreyi buluyordu. Yunanlılar, şüphesiz bu güçlükleri az veya çok sezmişlerdir.***

*Hinterland: Coğrafyada, bir kıyı veya akarsunun gerisindeki bölge… Bir liman veya başka bir merkezin geçiş (ulaşım, ticaret vs.) sağladığı bölge.

Atatürkçü yazar Sabahattin Selek, Yunanlıların Anadolu’ya yerleşmesinin imkansız olduğunu yazıyor…

Anadolu toprakları çok genişti. Yunan Ordusu Ankara’yı alsa bile, Kayseri’ye, Sivas’a kadar uzanıp, üssünden bu kadar uzaklaşamazdı. Bu problemlerin Yunan kumandanları arasında zaman zaman tartışıldığını da bazı belgelerden anlıyoruz. Prens Andrea, bu tartışmalardan şöyle söz eder:

“Biz düşmanı Küçük Asya’nın sonsuz genişlikleri içinde Iran sınırlarına kadar kovalıyabilir miydik? Bu gibi sorulara hiçbir kestirme cevap verilemiyor, yalnız genel olarak belirsiz bir surette deniyordu ki, bu takdirde biz öyle bir arazi işgal etmiş oluruz ki, bunun ektirilip biçtirilmesi masraflarıımızı ödeyebilir”.[1]

Bütün bu düşüncelerin hayal olduğunu idrâk edebilmek için, Anadolu imkânlarının bir işgal ordusuna pek az şey bahşedeceğini bilmeye lüzum yoktu. Evvelâ, uzun sürecek bir harbe, Anadolu’ya yerleşmeye, Yunanistan’ın iç durumu da, malî imkânları da, elverişli değildi. Kralcı -Venizelist bölünmesi, ordu da dahil, Yunan hayatının bütün safhalarına yayılmıştı.***

KAYNAK:[1] Prens Andrea, Felâkete Doğru – Çeviri: Emekli Albay Hüseyin Rahmi, 1932, sayfa 7, 8.

(Her cümle dikkatle okunmalıdır)

6 ve 7’inci bölümde Yunanlıların memleketimizi işgal etmelerinin mümkün olmadığına değindikten sonra, yarım bıraktığımız meseleye, yani Istanbul’un Ingilizler tarafından işgaline geri dönüyoruz.

“Istanbul, M. Kemal’in Anadolu’daki hareketini yıldırmak için işgal edilmiştir” diyenlerin kulakları çınlasın.

Atatürkçü Sabahattin Selek devam ediyor:

Istanbul ellerinin altında bulunuyordu. Kan dökmeden, Türkleri tahkir etmeden ve Istanbul’un işgal edildiğini ilân etmeden, yine de diledikleri tedbirleri alabilirlerdi.(…)

Osmanlı Meclisi “Misâk-ı Millî”yi kabul ve ilân etmekten başka bir şey yapmamıştı. Meclisten beş on milliyetçi lideri alıp Malta’ya götürmekle Anadolu’daki milliyetçilerin yılacağını ummak “çocukça bir düşünce” idi. “Misâk-ı Millî” serinkanlılıkla incelenebilseydi, Ingiliz menfaatleri ile hemen hemen hiç çatışmadığı görülecekti. Ingilizler, M. Kemal Paşa’nın Millî Meclisi Anadolu’da toplamak istediğini pek âlâ biliyorlardı. Nitekim Amiral Robeck, henüz seçim yapıldığı sıralarda meclisi toplamamanın mümkün olmadığını, bu sağlansa bile Anadolu’da bir meclis ve bir hükümet kurulacağını sezmemiş miydi?

Sonra Ingilizler, hilâfetten kurtulmak istiyorlardı. M. Kemal Paşa ile bu konuda anlaşabilirlerdi. Fakat, bütün bunları gözden kaçıran Ingilizler, Istanbul’u işgal edip Osmanlı Meclisini dağıtmakla, M. Kemal Paşa’ya ikinci büyük bir koz vermiş oluyorlardı. M. Kemal Paşa, asıl yapmak istediğini, Ingilizlerin sayesinde artık bundan sonra yapmak imkânını bulacaktı.

Burada, Türk kurtuluş hareketine yardım etmek istiyen meçhul bir kuvvetin Istanbul’daki Ingiliz sorumlu kişilerini ve bunlar kanalı ile Ingiliz hükümetini yanıltmış ve teşvik etmiş olmak ihtimali bile akla geliyor. Herhalde bu noktanın aydınlanmaya muhtaç tarafları olsa gerek.***

(Kim bu meçhul kuvvet? Sakın M. Kemal’in Ingiliz Valisi olmak için görüşmek istediği ve Pera Palas’ta Osmanlı’ya darbe yapmak için anlaştığı üst düzey Ingiliz ajanı “Rahip Frew” olmasın??)

HAINLER…

(3’üncü noktaya dikkat)

Atatürkçü Sabahattin Selek devam ediyor:

Ortadoğuda bir Türk devletinin yaşamasını Ingiliz menfaatlerine daha uygun bulan görüşü şu gerekçe doğrulamaktadır:

1 — Emperyalist bir devlet olarak, Osmanlı Imparatorluğunun elinde bulunan Arap ülkelerine hâkim olmak istiyen Ingiltere’nin Türk istiklâl Harbinin hedeflerini gösteren «Misâk-ı Millî»den memnun olması gerekir. Misâk-ı Millî’nin tesbit ettiği sınırlar Ingiltere’nin tecavüz etmek istediği sınırlar değildi, Istanbul’a hâkim olmak iddiasından vazgeçtikten sonra, Ingiltere, Musul üzerinde Türkiye ile anlaşabilirdi.

2 — Kilikya bölgesini elde tutabilmek için Türkler ile savaştığı halde, Fransa’nın Türkiye’ye karşı genel politikasından, Ingiltere haklı olarak kuşkulanmaktaydı. Fransa kamu oyunda açık bir şekilde beliren Türk dostluğu Ingilizlerin dikkatinden kaçamazdı. Fransa Hükümeti her ân Türkiye ile anlaşmaya yatkın görünmekteydi. Nitekim, bu anlaşma 1921 yılında gerçekleşecekti. Fransa’nın bu tutumuna karşılık Ingiltere’nin Türklerin düşmanlığını kazanmakta ve Ortadoğu’daki durumlarını tehlikeye düşürmekte bir menfaati olamazdı.

3 — Birçok müslüman memleketlere hâkim emperyalist bir devlet olarak, Ingiltere, hilâfet müessesesini her devletten fazla düşünmek zorundaydı. Bu müessesenin devamı, halife Ingilizlerin elinde bulunsa bile, Ingiltere’nin işine elvermezdi. Devamlı olarak halifeyi elde bulundurmak çabası yerine halifeyi tasfiye edeceği muhakkak olan M. Kemal Paşa’yı desteklemek Ingiliz politikası bakımından uygun düşüyordu.

4 — Rusya’daki yeni rejimin mahiyeti henüz gereği kadar anlaşılamamış olmakla beraber, hele 1920 yılından itibaren bu rejimin Rusya’da yerleştiği kanaati uyanmıştı. Itilâf Devletlerinin Bolşeviklere karşı tuttukları ve destekledikleri Çarlık kuvvetleri (Varengel, Denikin, Kolçak) başarı sağlıyamamışlardı. Yeni Rus idaresi, Türk Millî Mücadelesine yardımcı idi. Rusya’dakî rejim değişikliğinden, genel Rus politikasının değişeceği sonucunu çıkarmak mümkün değildi. Bu sebeple, Ingiltere’nin Türkiye, özellikle Boğazlar ve Istanbul’dan dolayı ileride Ruslarla ihtilâfa düşmesinde bir fayda yoktu.

5 — Batı tarafından daha fazla sıkıştırılacak bir Türkiye’nin Bolşevik olması ihtimali de göz önünde tutulmalıydı. Batıya karşı bir Rus-Bolşevik cephesinin kurulması Ingiltere’nin menfaatlerine açıkça aykırı idi.

(Yabancı devletler Osmanlı Devletini de Londra Konferansına davet ettikleri halde, M. Kemal neden Ankara hükümetinin tanınmasını istiyordu? Diyoruz ya, M. Kemal Osmanlı’ya darbe yapmıştır. Ayrıca Ingilizlerin denetiminde olan Istanbul’dan nasıl Anadolu’ya silah ve cephane kaçırılması mümkün oluyordu? Acaba Ingilizler M. Kemal’i Istanbul hükümetine karşı kuvvetlendirmek mi istiyordu?)

Millî Mücadele boyunca Istanbul’da büyük ölçüde bir yeraltı faaliyeti devam etmiştir. Anadolu’ya sayısız silâh ve cephane kaçırılmış, yüzlerce sivil ve askerî şahıs hemen hemen “büyük güçlüğe uğramadan” Anadolu’ya geçebilmiştir.

M. Kemal Paşa, liderliğini yaptığı ihtilâli ölçülü adımlarla başarıya götürürken, asıl olan amacı hiçbir zaman gözden uzak tutmıyarak bir taraftan kendisini Türk toplumuna ustalıkla kabul ettirmeye çalışırken, diğer taraftan saltanatın tasfiyesi şartlarını hazırlıyordu.

Londra Konferansı (21 Şubat 1921), yeni Anayasa ile Türkiye’de beliren yeni devlet düzenini kuvvetlendirici bir gelişmeye yol açmıştır, itilâf Devletleri, “Doğu Meselesi”ni çözmek üzere Londra’da toplanmasına karar verdikleri konferans için yeni Türkiye’yi (Ankara Hükümeti’ni) Istanbul Hükümeti kanalı ile davet etmişlerdi.(…)

Istanbul – Ankara arasındaki yazışmalar dış görünüşü ile Londra Konferansını ilgilendiriyordu. Gerçekte ise, M. Kemal Paşa, bunu vesile ittihaz ederek yeni Türk Devletini Istanbul’a empoze etmek ve Istanbul’u Ankara’ya bağlamak tasavvurunda idi. Bu sebeple önce bu yazışmaları özetliyeceğiz. Sadrıâzam Tevfik Paşanın Türkiye’nin Londra Konferansına davet edildiğini bildiren ilk telgrafı 21.1.1921 tarihlidir. Telgrafın esasa ait cümlesi şöyle idi:

“Osmanlı Hükümetine, gönderilecek davet, M. Kemal Paşanın veyahut Ankaraca gerekli izne sahip delegelerin Osmanlı delegeler kurulu arasında bulunmalarını da içerir.”

M. Kemal Paşa, biri özel, öteki resmî olmak üzere, Tevfik Paşaya iki telgrafla cevap verdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına yazdığı resmî telgrafta[1]; Istanbul’da meşru ve hukukî herhangi bir heyet bulunmadığını, Türkiye’nin kaderi üzerinde söz söyliyebilecek tek meşru ve müstakil kuvvetin T.B.M. Meclisi olduğunu, dolayısiyle itilâf Devletlerine ancak Ankara Hükümetinin muhatap olabileceğini belirtiyor ve şöyle diyordu:

“Heyetinize”[2] düşen vatanî ve vicdanî vazife, millet ve memleket namına meşru muhatap hükümetin Ankara’da olduğunu kabul ve ilân etmektedir.”

***DIPNOTLAR:[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, cild 7, sayfa 411. [2] “Hükümet” dememek için “heyet” kelimesini kullanmaktadır.

(Kongrelerde ve Meclis açılışında Padişah’a sadık kalacağına dair “namusu” üzerine yemin eden M. Kemal, Ingilizlerden aldığı desteklerle kuvvetlenmiş ve nihayet gerçek yüzünü göstermiştir… Artık Padişah’ı tehdit edecek cüreti bile kendinde bulabilmiştir. Üstelik, Meclis adına çektiği telgraflardan Milletvekillerinin haberi dahi yoktur. Kendi kafasına göre takılıyor. Kimden emir alıyor, kimlerle müzakere ediyordu acaba?)

Söz, yine Atatürkçü Sabahattin Selek’te: Özel telgraf, son derece önemli olan aşağıdaki hususlar çerçevesinde yazılmıştı:“…saltanat ve hilâfet merkezinden başlayarak maddî ve manevî bütün memleket kuvvetlerinin birlik olarak hareket etmesi gereklidir. Bunun için Padişahın millî iradenin tek temsilcisi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisini tanıdığını resmen ilân etmesi artık icâp etmiştir.”

“…bize katılmak suretiyle vaziyetinizi belirtmenizi ve tesbit buyurmanızı, tarih ve millet önünde yüklenmiş olduğumuz görev ve yetkiye dayanarak teklif ederiz.”

“…Samimî tekliflerimiz kabul edilip yerine getirilmediği takdirde, saltanat ve hilâfet makamını işgal eden Padişahın durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur ve bunun bütün sorumluluğu, tahmin edilemiyecek sonuçlariyle birlikte, doğrudan doğruya Padişaha aittir.”

M. Kemal Paşa’nın deyimiyle, bundan sonra her iki telgrafı özetleyen ve yapılması gerekli şeyleri basit bir şekilde belirten şu telgraf çekildi:[1]

“1 — Padişah, Türkiye Büyük Millet Meclisini tanıdığını kısa bir hatt-ı hümâyûn ile ilân buyuracaklardır.

2 — Birinci madde hükmü yerine getirildikten sonra ailevi olan iç işlerimizi şöyle ayarlayabiliriz: Padişah ötedenberi olduğu gibi Dersaadet’te (Istanbul’da) ikamet buyururlar. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümet şimdilik Ankara’da bulunur. Istanbul’da artık kabine adı altında bir heyet kalmaz. Istanbul’un özel durumu dolayısiyle Padişahın yanında Büyük Millet Meclisinden görev ve yetki almış bir heyet bulundurulur.

3 — Istanbul ve yöresinin idaresine ait işler sonra düşünülür ve düzenlenir.

4 — Bu şartların kabulü üzerine, zaten Büyük Millet Meclisince tasdikli bütçemizde mevcut olan Padişaha ve saltanat hanedanına ait tahsisatı ve lüzumlu olan bütün memurlara diğer maaş sahiplerinin tahsisatını hükümetimiz ödeyecektir.”

M. Kemal Paşa, Meclisin toplanmadığı üç gün içinde yapılan bu yazışmaları ve Londra Konferansı için davet alındığını B. M. Meclisinin 29 Ocak 1921 günlü toplantısında, telgrafları da aynen okuyarak açıkladı. Paşa, konuşması sırasında, Anayasaya girmiş olan “Türkiye Devleti” deyimini ilk defa kullanıyordu. Bu tarihe kadar hep “T.B.M. Meclisi Hükümeti”nden söz ettiği halde, bugün sık sık “Türkiye Devleti” demesi, yeni devlet kuruluşu olayı bakımından özellikle üzerinde durulacak bir noktadır.***

KAYNAK: [1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, cild 7, sayfa 412.

Bir evvelki bölümde M. Kemal’in, Padişah’a, Ankara hükümetini tanıması yönünde tehdit telgrafı çektiğini ve bu telgrafı mecliste okuduğunu yazmıştık. M. Kemal’in mecliste okuduğu bu telgraftan sonra söz alan Mersin Milletvekili Ismail Safa Bey, baklayı ağzından çıkardı ve görüşmeler şöyle devam etti:

Ismail Safa Bey (Mersin) — “Arkadaşlar! Istanbul ile Milli Hükümet arasında birtakım yazışma yapılmış olduğunu muhterem başkanımız Paşa hazretleri burada izah buyurdular. Millî hükümetin teklifleri arasında gayet önemli bir madde var: Padişahın Meclisimizin meşruluğunu ve milletin mukadderatına bizzat hâkim olduğunu ilân etmesi isteniyor. Padişah, Milli Hükümet tarafından haklı olarak istenilen bu ilânı yapmadığı takdirde, ona karşı durumumuz ne olacaktır? Şimdiye kadar durumumuz, arkadaşlar biliyorsunuz, **gayet kapalı idi** ve hiç kimse bu noktaya dokunmaya cesaret edemiyordu. Hepimiz diyorduk ki; padişahımız ecnebilerin elinde esirdir. O halde, yapılan şeylerin hiçbirisinden razı değildir. Onun için daima padişahımızın bizimle beraber olduğunu ve fakat ecnebilerin elinde esir bulunduğu için padişah olarak emirlerini açıklamaya gücünün yetmediğini söylüyordu. Nasıl düşünürsek düşünelim, bu mesele genel kurulumuzca ve hepimizce böyle görülmek isteniyordu. Fakat bugün Padişahın bize karşı olan durumunu açık olarak, yani bizim meşruluğumuzu, milletin mukadderatına hâkim olduğumuzu tasdik edecek kadar durumunu açık söylemediği takdirde ne durum alacağız? Ona karşı ne düşünüyorsunuz? Bu nokta hakkında açıklama yapılmasını istiyorum.”

Erzincan milletvekili Osman Fevzi de söz alarak mücadelenin başlangıcından beri padişahın düşman elinde esir bulunduğunu, maksadın memleketi ve padişahı kurtarmak olduğunu, Anadolu uleması (alimleri) tarafından çıkarılan fetvaların da bu fikre dayandığını belirterek, şimdi durumun değişip değişmediğini sormuştur:

“Bundan dolayı şimdi acaba durum tamamen değişti mi? Kabul etmiyorum. Yani Padişah tarafından verilecek cevap kabul olunmaz tarzında anladığım bazı ifadelere karşı müdafaa ediyorum bendeniz. Yani şüphemi yok etsinler. Bu hâl sona erdi mi?”

(Atatürkçü Sabahattin Selek, konuyu gayet güzel bir şekilde özetlemiş. Bazı yerleri fazla açmamış, dokunmakla yetinmiş ancak bundan iyisi Şam’da kayısı.)

“Anadolu Ihtilâli bir halk hareketi değildir. (…) Anadolu ihtilâli, aslî unsuru ittihatçılar (asker ve sivil) olan bir karma kadronun, daha doğrusu bir aydın (Selek’e göre: “aydın”) ekibin yarattığı ve yürüttüğü bir harekettir. (…)

Anadolu Ihtilâlinin, harple beraber, iç içe gelişmesi de ayrıca üzerinde durulacak bir husustur. Ihtilâlin ideolojik bir hareket olarak başlamamış olması ve böyle bir hazırlığa sahip bulunmaması, **dayanağını ve gerekçesini harpte bulmasına** yol açmıştır. Böylece, **harp, ihtilâle başarı şansı sağlamış oluyordu.**

Fakat, bu durum. Yeni Devletin kuruluşunda birtakım olumsuz etkiler yapmaktan da geri kalmamıştır. Dış düşmanlara karşı “vatan”ın savunulması ve milletin kurtuluşu için savaşanların **pek azı ihtilâlci idi.** Savaşçılara göre, kurtarılacak kutsal varlıklar arasında **saltanat ve hilâfet** makamları da vardı. Ileride bu iki müesseseyi de tasfiye edecek olan ihtilâlciler (darbeciler), bir süre, savaş arkadaşlarından **farklı görünememişlerdi.**

Anadolu millî hareketi içinde bütün siyasî görüşler bir koalisyon teşkil etmişti. Bu koalisyon, ihtilâlin uzak hedefleri bakımından büyük bir zaaftı. Çünkü, Ihtilâle karşı olan kuvvetler, zaferden sonra, **vatanın kurtuluşu için** girdikleri bu koalisyondan, alacaklı olarak çıkacaklardı. Bu sebepten tasfiyeleri güçleşiyordu. Ne kadar radikal davranılsa, bunlara taviz verilmek gerekecekti. Esasen, ilk günden beri, ihtilâl, taviz vere vere yürütülmekte idi.

“Yeni rejime yeni kadro”, gereği, şüphesiz, Atatürk’ün dikkatinden kaçmış değildir. Nitekim, zaferden sonra, geniş çapta bir tasfiyeye giriştiğini görmekteyiz. Birinci Büyük Millet Meclisindeki gruplaşma (1. ve 2. Gruplar), Millî Mücadele kadrosunun bölüneceğini ve gelecekteki sert çatışmayı belli etmiş görünüyordu. Bu durum, tasfiye hareketinin, zaferin hemen arkasından başlamasını zorunlu kıldı. Önce, Birinci Meclisin kendisini feshetmesi (Selek, “darbe” diyemedigi için “fesh” diyor. ) ve seçimlerin yenilenmesi (1 Nisan 1923) sağlandı. M. Kemal Paşa, “halkçılık esasına dayanan ve Halk Partisi adiyle siyasî bir parti kurmak” niyetinde olduğunu daha önce (6 Aralık 1922) açıklamıştı. Müdafaai Hukuk Grubunu (1. Grup) parti haline sokacak ve 2. Grubu seçimlerde tasfiye edecektir. M. Kemal Paşanın, 9 maddelik bir seçim beyannamesiyle 8 Nisan’da açtığı seçim kampanyası, bir hayli sert geçti. 11 Ağustos 1923 günü toplanan Ikinci Büyük Millet Meclisine, Ikinci Grubtan hemen hiç kimse girememişti. Bu sonuç, tasfiyenin ilk adımı idi.” (Ikinci Meclis vekillerini M. Kemal kendisi belirlemişti.)***

Sabahattin Selek, ikinci adımın daha sert atılacağını ve bunun Izmir suikastinde yaşandığını belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

“Tasfiyenin şiddetini canlandırabilmek için, idam mahkûmlarından bazılarını hatırlamakta fayda vardır:

Izmit Milletvekili Şükrü Bey, Saruhan Milletvekili Abidin Bey, Eskişehir Milletvekili M. Arif Bey, Sivas Milletvekili Halis Turgut Bey, Istanbul Milletvekili Ismail Canbolat Bey, Erzurum Milletvekili Rüştü Paşa, Eski Lâzistan Milletvekili Ziya Hurşit Bey, Eski Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet Bey, Eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey, ünlü Karakemal Bey, eski Maliye Nazırı Cavit Bey, Dr. Nazım Bey, Ittihat ve Terakki Kâtibi Mesullerinden Nail Bey, eski Ardahan Milletvekili Hilmi Bey.”

KAYNAK:Sabahattin Selek, Anadolu Ihtilali, Kastaş Yayınları, 8. baskı, Istanbul 1987, cild 1 ve 2.

Kadir Çandarlıoğlu

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz: http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez*

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com

29 Ekim 2018 Pazartesi

Şeyh Said neden kıyam etmiştir








Daha başka kaynaklarda olduğu gibi, M. Şerif Fırat’ın yazdığı “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” isimli kitapta da yer alan bilgilere göre, Şeyh Said, kendince bir içtihatta bulundu ve o içtihadın gereği olarak, Şark Vilâyetlerinde nüfûz ve kuvvet sahibi hemen bütün ileri gelenlere “dinî fetvâ”yı da ihtivâ eden bir “Kıyâma Dâvet” mektubunu gönderdi.

Aslı Arapça olan o mektubun Türkçe sûreti şöyledir: “Kurulduğu günden beri din-i mübin-i Ahmedî’nin (sav) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşları, Kurân’ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife-i İslâmı (Abdülmecid Efendi’yi) sürdükleri için, gayr-ı meşrû olan bu idarenin yıkılması, bütün ehl-i İslâm üzerinde farzdır. Rejimin başında olanların ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriat-ı Garrâ-ı Ahmediye’ye göre helâl olduğu hususu, birçok ulemâ ve meşâyihin istişaresiyle kararlaştırılmıştır.”

Bölgenin tanınmış ve İTTİHAD âlimlerinden Molla Sahap Korkutata, Şeyh Said Hazretleri ve 47 dava arkadaşının Şark İstiklal Mahkemeleri tarafından idam edilişinin 90. yılı münasebetiyle önemli açıklamada bulundu.

Konuyla ilgili İlke Haber Ajansı'na (İLKHA) açıklamalarda bulunan Korkutata, hak dava uğrunda şehit düşenlerin unutulmayacağına vurgu yaptı. Korkutata, “Şeyh Said Hazretlerinin bu yılki vefat yıldönümü Ramazan ayına denk geldi. Şeyh Said Efendi 29 Haziran 1925'te yani bundan tam doksan yıl önce idam edildi. Tabi biz idam edildi diyoruz ama idam demek yok olmak anlamına gelmektedir. Oysaki Şeyh Said hazretleri ve dava arkadaşları şehit oldular ki Kur'an buna delildir ki şehitler ölmez. ‘Onlar diridirler ve Allah katında rızıklandırılmaktadırlar.'” dedi.

“Devamlı surette onların davalarıyla aydınlanıyoruz”

İslam âleminin kendi büyülerini hiçbir zaman unutmadıklarını dile getiren Korkutata, “İslam âlemi hiçbir zaman kendi büyük insanlarını unutmuyor. Batıl davalara baktığımızda o davanın insanları kendi büyüklerini unutuyorlar, belki yılda bir saygı duruşuyla anıyorlar. Fakat İslam dinine baktığımız zaman kendi büyüklerini hiçbir zaman unutmuyor. Onların davaları bizim için bir ışık, bir güneştir. Biz devamlı suretle onların davalarıyla aydınlanıyoruz. Örnek verecek olursak; bir Hz. Hamza 1400 küsur sene evvel şehid olmuş ama baktığınız zaman o halende diridir, insanlar içerisinde canlıdır ve insanlar Hamza okulunda okumuş, bu okulda şehadet yolunu öğrenmiş, Hamza'nın kendi omzuna aldığı davayı omuzlayarak yoluna devam etmektedir.” diye konuştu.

“Asıl kazanç İslam'ın kazancıdır”

Şeyh Said kıyamının gayesine de değinen Korkutata, şunları söyledi: “Şeyh Said Efendi, ehl-i selahat yani çok değerli, büyük bir âlimdi. Ben ilmi olarak normal biliyordum ama o idam edildiği vakit Hubab'ın söylediği şiiri söylüyordu. Yani Şeyh Said Efendi idam edildiği vakit Peygamberimiz zamanında müşrikler tarafından Mina'da idam edilen sahabeyi unutmuyor. Onun bu ilim, irfan, sadakat ve takvadan haberi vardır. Dolaysıyla Şeyh SaidEfendi idam sehpasında diyor ki; ‘Allah ve din için olduktan sonra bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur' zira Şeyh Said Efendi çok iyi biliyordu ki kazanç İslam'ın kazancıdır. Yani İslam için kazanç olur, menfi bir dava için kazanç olmaz. Şayet Şeyh Said Efendi menfi bir dava için mücadele vermiş olsaydı bugün unutulur giderdi.”

“Onun kıyamı Kürtçü bir kıyam değildi”

Şeyh Said kıyamının iddia edilenin aksine Kürtçü bir kıyam değil İslami bir kıyam olduğunu belirten Korkutata, “Bugün bazıları Şeyh Said Efendinin Kürtçülük için kıyam ettiğini söylüyor. Ben bu kişilere tarihi sağlam kayaklardan iyi bir şekilde okumalarını tavsiye ediyorum. Şeyh SaidEfendinin asıl davası şeriatı ğarra idi.” ifadelerini kullandı.

“Hayatı, kıyamın niyetine delildir”

Şeyh Said Efendinin hayatının kıyamın asıl gayesinin İslam olduğunu söyleyen Korkutata, “O zaman Osmanlı yeni devrilmiş ve Türkçülük, Kürtçülük diye bir şey yoktu. Kıyamdan öncesine baktığımız zaman Şeyh Said Efendi nerde oturmuşsa İslam dininin ziyana uğrayacağını anlatmıştır. Yani Osmanlının devrilişinden sonra İslam dinine gelecek zararlardan endişe etmiş ve endişesini de gittiği her yerde ve ortamda anlatmıştır. Kısacası Şeyh Said Efendi sahip olduğu her şeyi İslam davası için feda etti. Başta da belirttiğim gibi İslam şehidini unutmaz hem bu dünyada hem de ahrette. Biz de buradan Şeyh Said Efendiye selamlar gönderiyoruz. Selam olsun sana ey Said'imiz. Haberin olsun ki davanı bizler omuzladık ve sen nasıl bu dava için canını verdiysen biz de aynı şekil vermeye hazırız.” dedi.

Kaynak: Doğru Haber

Şeyh Said kimdir? 1865 yılında Erzurum’un Hınıs ilçesine bağlı Kolhisar Köyü’nde dünyaya gelen Şeyh Said, Şeyh Mahmud'un en büyük oğludur. Temel eğitimini amcası Şeyh Hasan’ın medresesinde tamamladıktan sonra Palu, Muş, Malazgirt ve Hınıs'ta çeşitli medreselerde fıkıh, hadis, tefsir, beyan vb. İslami ilimleri tahsil etmiştir. Tevhidi bir şuurla İslamî hayatı dava edinen Şeyh Said, halkın irşadı için tebliğ faaliyetlerini aralıksız sürdürmüştür. Bir taraftan halkın irşadıyla meşgul olurken, diğer taraftan ticaretle iştigal edip elde ettiği gelirin büyük bir kısmını medresesindeki talebeleri ve halkın ihtiyacı için sarf etmiştir. Şeyh Said, Tevhidi duruşu ve İslam'a aziz sadakati ile yaşamış olan Şeyh Said, hilafetin ilgası ve Laik Cumhuriyetin kuruluşunu benimsememiş ve Müslümanlar üzerinde de tahakküm edemez gerçeğini tüm halka tebliğ etmiştir.

Şeyh Said, bu yolun sonunda dar ağacı olduğunu bile bile Allah Resulü (a.s) çizgisinde, arkadaşları ile kıyam etmiştir. Şeyh Said, hayatı boyunca hiç bir zaman zulme rıza göstermemiş, hep haksızlık karşısında dik durmuş bir dava eridir, Şeyh Said kıyam öncesi Müslüman halk içerisinde sokulmaya çalışılan fitne ve fesat için Müslüman halkı uyarmakla her zaman meşgul olmuştur. Şeyh Said, ümmetin bilinçlenmesi bakımında her zaman irşat görevini yürütmüş ve bunu kendisine görev kılmış bir şahsiyettir. Etrafında toplanan Müslüman halk Şeyh Said'in davetine icabet etmiş her zaman meclisi Müslümanlarla dolmuştur.

Şeyh Said neden kıyam etmiştir?

Şeyh Said kıyamını topluma bir Kürt isyanı ve İngiliz ajanı iftirası ile anlatan Kemalist zihniyet, aslında bir gerçeği gizlemek ve karalamak için yapmaktadır. Şeyh Said'in yaşamış olduğu hayat incelendiğinde, böyle bir iddianın asılsız ve iftira olduğu açık ve net olarak görülür. Kemalist zihniyetin Şeyh Said kıyamının bu şekilde iftira ve karalama nedeni, kıyamın sorgu ve sualini Müslüman halkın yapmaması içidir. Oysa ki Şeyh Said ve arkadaşlarının hayatında ne İngiliz ajanı olması ile ilgili zerre kadar bir ispat vardır ve nede zerre kadar da bir ırkçılık belirtisi vardır. Aslında bu iddiayı zaten o dönemin savcısı da yalanlıyor, nitekim savcının iddiası ise şu minval üzerine beyan edilir. Mahkemenin, Savcılığın iddiası ile “sanıkların” son söz ve müdafaalarını dinledikten sonra, ittihaz eylediği 28 Haziran 1341 [1925] tarih ve 341/69 numaralı karar, aynı gün, Mahkeme Başkanı tarafından, açık celsede “sanıklara” tebliğ edildi.

Mahkeme kararında şöyle deniliyordu: “Din ve şeriatı alet ittihaz ederek, hakikatte `müstakil bir Islam hükümeti´ kurmak maksat ve gayesiyle Şeyh Said’in vukua getirdiği müsellah [silahlı] isyan ve ihtilal hareketlerine muhtelif şekil ve suretlerde karışıp katılarak isyanın devam ettiği haftalar ve aylar boyunca, birçok şehir, kasaba ve köyleri –devlet ve hükümet zabıta ve askeri kuvvetleriyle, kanlı ve harp halinde, çarpışmak suretiyle- zapt ve işgal eden ve ihtilal bölgesindeki en mühim vilayet merkezlerinden Diyarbakır şehrini dahi muhasaraya alan ve orada dahi inat ve ısrarla harp ve kıtalden çekinmeyen ve nihayet uğradıkları acz ve mahrumiyetten sonra tutuldukları günlere kadar birçok asker, zabit ve vatandaşları cerh, şehit, esir eden, sirkatler, gaspler, yağmalar yapan ve yaptıran şahıslardan oldukları iddiasıyla muhakemeleri icra edilmiş olan seksenbir sanıktan;

1. Şeyh Said, 2. Melekanlı Şeyh Abdullah, 3. Kamil Beg, 4. Baba Beg, 5. Şeyh Şerif, 6. Fakih Hasan Fehmi, 7. Hacı Sadık, 8. Şeyh Ibrahim, 9. Şeyh Ali, 10. Şeyh Celal, 11. Şeyh Hasan, 12. Mehmet Beg, 13. Mustafa Beg, 14. Salih Beg, 15. Şeyh Abdullah, 16. Şeyh Ömer, 17. Şeyh Adem, 18. Kadri Beg, 19. Molla Mahmud, 20. Şeyh Şemseddin, 21. Şeyh Ismail, 22. Şeyh Abdüllatif, 23. Molla Emin, 24. Ali Arab Abdi Beg, 25. Mehmet Beg, 26. Süleyman Beg, 27. Molla Cemil, 28. Süleyman Beg, 29. Süleyman Beg, 30. Tahir Beg, 31. Mahmut Beg, 32. Şeyh Ali, 33. Hacı Halid, 34. Timur Ağa, 35. Abdüllatif Beg, 36. Mehmet Beg, 37. Süleyman Beg, 38. Bahri Beg, 39. Şeyh Cemil, 40. Yusuf Beg, 41. Ali Badan Beg, 42. Halid Beg, 43. Halid Beg, 44. Tahir Beg, 45. Tayip Ali Beg, 46. Çerkes, 47. Jandarma Hamid, 48. Hüseyin Hilmi Bey, 49. Hasan (Hani’li Salih Beg’in oğlu, 11 yaşında), isyanın asli faillerinden olarak “idam cezasına” mahkum edildiler.


Kemalistlerin iddiası:

Çeşitli kaynaklardan destek gören gerici hareketler, yurt içinde ve dışında gizlice çalışmalara başlamışlardı. Devrimlerin uygulamaya konulmasından sonra, yurt içindeki gerici çevrelerde duyulan hoşnutsuzluk ve bu çevrelerin dışarıdaki kuruluşlarla işbirliğinde bulunarak oluşturulan yeni düzene karşı gizli hareketler örgütlemeleridir, 1920’li yılların ikinci yarısında, Türkiye’nin bazı bölgelerinde çıkacağı hissedilen karışıklıkların ön habercileri niteliğini taşıyordu. Özellikle Doğu Anadolu’da uzun yıllardan beri süregelen gizli bölücülük hareketlerinin, bu gerici çevrelerle işbirliği yapıp dışarıdan sağlanan desteklerle eyleme dönüşmesi ve bölgede ayrı bir devletin kuruluşuna ilişkin planların uygulanmaya geçilmesi için gerekli ortam hazırlanıyor ve yurt içindeki örgütlenme tamamlanarak, dış ilişkiler kurulması dönemi başlıyordu.

Şeyh Said kıyamının “dinî” bir kıyam olduğunu 8 yazarın konu hakkındaki yazdıkları ile açıklayacağız.

1 – Necip Fazıl Kısakürek (Yazar): “Şeyh Said’in Ingilizlerin adamı ve müstakil Kürtlük ideali peşinde olduğu şeni [çirkin] bir yalandır. Öyle olsaydı ilk başarılarının ardından cenup [güney] istikametinde sınıra doğru sarkar, Irak Kürtleri ve Ingilizlerle irtibat kurar ve davasına, gerilerini ve yardım kaynaklarını sağlamış olarak bellibaşlı bir çevre içinde girişirdi. (…) Bütün bu hadiselerin seyri de gösterir ki, Şeyh Said dış ve yabancı desteklerle alakalı olmaksızın sırf kendi başına ve sadece inancı uğrunda hareket etmektedir.”

2 – Feridun Kandemir (Yazar): “Şeyh Said’in peşine taktığı adamlarla ayaklanması suretiyle başlayan bu isyan, asla bir `Kürt isyanı´ değil, memlekette, bilhassa o devirlerde sık sık görülen mevzii ayaklanmalardan biri idi.”

3 – Mahmut Goloğlu (Yazar): “Islam dininin en bağnaz ve tutucu olanlarını içinde toplamış olan Nakşibendi tarikatının en çok etkili olduğu Doğu bölgesinde; hükümetin dinsizliği, milletin dinsizliğe götürüldüğü, dinin kaldırılmak istenildiği, dinin yitirilmekte olduğu, bunu önlemek gerektiği gibi söylenti ve propagandalarla devrim tepkilerinin belki de en büyüğü denebilecek olan ayaklanma başladı.”

4 – Metin Toker (Gazeteci-Yazar): “Şeyh Said, bir Kürt lideri gibi davranmaktan ziyade bir `karşı ihtilal´in ilk darbecisi gibi hareket ediyordu ve açtığı bayrak, hilafet bayrağıydı, şeriat bayrağıydı.”

5 – Uğur Mumcu (Gazeteci-Yazar): “Şeyh Said ve yargılanan diğer şeyhler, amaçlarının `Kürtlük´ olmadığını, `din uğruna kıyam ettiklerini´ söylemişlerdi. Gerçekten de ayaklanmanın kökeninde dinsel duygular yer almaktaydı. Türk-Kürt çelişkisi söz konusu bile değildi. Çelişki, laik devlet ile Nakşibendi tarikatı arasındaydı.”

6 – Ismail Beşikçi (Yazar): “Doğudaki aşiret reisleri, çok çeşitli görevleri bir arada yürütüyorlardı. Bazı aşiret reisleri sadece aşiret reisi olarak kaldıkları halde, bazıları aşiret reisliği ile birlikte dinî reisliği, yani şeyhliği de beraber yürütüyorlardı. Bazıları ise, hem aşiret reisi, hem dinî reis, hem de milli liderlik fonksiyonlarını benimsemişlerdi.. Şeyh Sait, böyle bir liderdir. Şeyh Sait, Palu ve Hınıs’taki çesitli medreselerin kurucusu, yani Palevi Tarikatı’nın da başı olduğu gibi, çevredeki aşiretlerin de reisidir. Bu üç fonksiyonun onda birleşmesi kendisini çok güçlü kılmış ve merkezle meydana gelen en büyük çatışmanın liderliğini yapmıştır. Fakat şurası muhakkak ki, Şeyh Sait hareketinin ulusal bir niteliği yoktur.. Şeyh Sait isyanı merkezin yetkilerine karşı yapılan ilk büyük çıkış olmuştur. Bu isyanda tamamen dinî sloganlar kullanılmış ve hareket tamamen irticai mahiyette bir hareket olmuştur. Bu hareketin geniş kapsamlı oluşunun en önemli sebebi, isyanın lideri olan Şeyh Sait’in yukarda söz konusu ettiğimiz fonksiyonlara (aşiret liderliği ve tarikat liderliği) sahip olmasıdır

7 – Ilhan Selçuk (Gazeteci-Yazar): “Şeyh Said ayaklanmasında, cumhuriyetçiler ile şeriatçılar çarpıştılar. Çatışmadaki `etnik´ renk, olayın toplumbilim açısından özünü saptıramaz. Bilimsel yaklaşım, etnik ayrımın da altını çizmekle birlikte, tarihsel dönüşümün cumhuriyetçi-şeriatçı çelişkisini öne çıkarmak zorundadır.”

8 – Yavuz Bahadıroğlu (Yazar): “Şeyh Said, Islam Dini adına ayaklandığını söylüyor ve herkesi `şeriatı savunma´ya davet ediyordu. Bu anlamda yayınladığı bildirilerde, `Şeriat için savaşanların lideri´ anlamına gelen bir mühür kullanıyordu. Yani bu ayaklanma resmi ağızların yansıttığı gibi, bir `Kürt ayaklanması´ değildi.”

Şeyh Said'in Hanımıyla konuşması

Şeyh Said kıyam kararı aldıktan sonra evine döner ve 2 Ocak 1925'te hânımına durumu izâh ederek evden ayrılacağını ve devlete karşı ayaklanacağını söyleyince hânımı karşı çıkar: "Bey bey! Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun? Sen gidersen bizim nâmusumuzu kim koruyacak? Bizim nâmusumuzu hiç düşünmez misin?" Ama Şeyh Sâîd'in cevâbı nettir: "Hânım hânım! İslâm'ın nâmusu ayaklar altındadır." Hânımı, engel olamayacağını anlamıştır. Şeyh Sâîd, şu sözleri söyleyerek hânımından ve evinden ayrılır: "Hânım! Yarın ben qıyâmet gününde Allâh'ın ve Peygamberi'nin huzuruna suçlu olarak çıkmak istemiyorum. O zaman Allâh bana 'Ey Sâîd! İslâm dîninin hükümleri ayaklar altına alındığında sen niçin sessiz kaldın, gücün ve imkânın olduğu hâlde niye başkaldırmadın?' diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim? Cehennem zebanîleri beni sarığımdan tutup cehenneme çektiklerinde ben ne edeceğim? Hayır! Andolsun Allâh'a ki, yalnız ben ve elimdeki âsâ bile kalsa bâtılın karşısına çıkıp qıyâm edeceğim. Şehîd olana kadar da mücâdelemden de asla dönmeyeceğim. Hem, ne ben Hz. Hûseyn'den daha makbulum ve ne de siz O'nun âîlesinden, Ehl-i Beyt'inden daha makbulsünüz. Ben üzerime düşeni yapmak zorundayım. Allâh'a emânet olun!" Şeyh Sâîd evinden ayrılır.


Şeyh Said'in Şehadeti


“Devletin erkânı” ve seçkin konuklan rütbelerine, makamlarının konumlarına uygun düşecek biçimde oturmuşlardı. Diyarbakır’ı birkaç ay önce Şeyh’e karşı savunmuş olan komutan Mürsel Paşa, mahkeme heyeti, töreni görmek için Ankara’dan kalkıp gelen Diyarbakır milletvekilleri Cavit Ekin ve Şeref Bey, askeri, sivil şefler ve eşleri, çocukları önlü arkalı, yan yana tiyatro sahnesinin açılmasını, ya da futbol maçının başlamasını bekleyen seyirci sabırsızlığıyla oturuyorlardı. Mürsel Paşa, seçilmiş milletvekilleri ve mahkeme heyeti bir kümeydi. Törenin başlamasını beklerken, aralarında görüşülüp konuşarak “memleket ahvalini” değerlendiriyor, gülüşmeleri bazen kahkahaya dönüşüyor ve sesleri meydanda yankılanıyordu. Meydanın düzenlenmesi ve dekoru, bir ölüm ayininden çok, bir şenliği, kutlama törenini andırıyordu. “Kutlama şenliğinden” tek eksiği, alanın taklarla, çiçeklerle bezenmemesi, bando-mızıka takımının eksikliğiydi. Bunun dışında her şey yerli yerindeydi. Tören, bir gün önce şehre ilan edilmiş, isteyenlerin seyre gelebileceği duyurulmuştu. İdamı görmek isteyen meraklı kalabalığı saatler öncesinden, “tören alanı” Dağkapı’ya akın etmeye başlamıştı. Seçkinlerin deyimiyle bu “kuru kalabalık” olduğu için, süngülü askerler tarafından protokol tribünden uzakta tutulmuştu. Bu arada kalabalık, suçluların asılması sırasında, “TC’ni birlik ve bütünlük ruhunu zedeleyecek” herhangi bir davranışta bulunmaması, merhamet belirtisi içeren herhangi bir ses ya da söz etmemeleri konusunda uyarılmıştı. “İdamların güven, huzur içinde gerçekleştirilmesi” için bütün alan askerlerce kuşatılmıştı. Kuşatma konusunda, şehir dışına açılan yollar, şehir içindeki sokak başları, cadde ve meydanlarda da unutulmamış, buralara tam teçhizatlı askerler yerleştirilmişti. Birbirine kol mesafesinde sıralanan askerler, bakışlarıyla etrafı tarıyor, güven duymadıklarına “yasak” diyerek geri çeviriyor, arka sokaklara sürüyor, idam mahkûmlarının bulunduğu semte yaklaştırmıyorlardı. Behçet Cemal, Şeyh Said”in son anları için “hücresinde hapishane müdürü Osman’la görüşüyordu. Fakat ahiret işleriyle değil, dünya işleriyle meşguldü” diye yazıyordu. Behçet Cemal’in “dünya işleri” dediği, Şeyh’in geride bırakacağı eşya ve parasının çocuklarına iletilmesine ilişkin insani vasiyetiydi. Şeyh’in son anlarına Fransız, İngiliz ve Amerikalılar dâhil, dünyanın çeşitli köşelerinden gelmiş gazeteciler de tanıklık ediyordu. Daha sonra Fransız ve İngiliz başınında yer alan yorumlarda, Şeyh’in son dakikalarında, insan iradesini aşan bir metanet içinde olduğu belirtiliyordu.

Kaynak : ISLAH HABER

25 Ekim 2018 Perşembe

"Abdülhamid Han'a iftira atıldı" Nihal Atsız







Nihal Atsız, Sultan II. Abdülhamid ve M. Kemal hakkında ne dedi?

****Türkçü Nihal Atsız, 1956 senesinde Peyami Safa’nın Sultan Abdülhamid Han için “cahil” demesi üzerine uzun ve manalı bir yazı kaleme almış ve bizim ırkçıların tahmin edemeyeceği kadar Sultan Abdülhamid’i methetmiştir. Bu ırkçılar hem Atsızcı hem de Atatürkçü geçiniyorlar. Halbuki Nihal Atsız Orkun dergisinde, M. Kemal’in hüküm sürdüğü yılların “gayrimeşru ve müstebit bir diktatörlük” olduğunu yazmıştı. Alakalı kısmı aynen iktibas ediyoruz: “Türkiye Cumhuriyeti 1950 mayısında (Menderes dönemi) kurulmuştur. Ondan önceki 1923-1950 çağı gayrimeşru ve müstebit bir diktatörlük zamanıdır.”[1]*



Nihal Atsız’a göre M. Kemal devri “diktatörlük” idi…***

Şimdi de Atsız’ın Sultan II. Abdülhamid için yazdıklarına yer verelim: “Bu dünyada herkes bir çok şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın”. Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille isbat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksek okul hattâ lise diploması yoktur. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattât ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün, Üniversite Kütüphanesi’ni de yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmî eserler yazdırarak hizmet etti. Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı?

Sultan Hamid, kızıl değil, “Gök Sultan”dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır. İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için, Sultan Hamid tarafından haklı olarak, sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman, İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi.

Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zaptetmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur? O günkü İngiltere’yi Boer’leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır?

Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlamak için yaşadı. Siyasî dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demir yolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu.

Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter: Hürriyet kahramanları (!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan, bir tek siyasî idam yapmadan, en korkunç siyasî güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof çarının Rusya’ya davetini; Selanik’ten Alman gemileriyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun dâvetini reddederek vatanında sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.

Türkiye dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu. Ve sokmadı da…Ne diyelim? Durağı cennet olsun…[2].

**********KAYNAKLAR:. [1] Nihal Atsız, “Kurucular Meclisi”, Orkun Dergisi, sayı 9. (1 Aralık 1950) [2] Nihal Atsız, “Abdülhamid Han (Gök Sultan)”, Ocak Dergisi, sayı 2. (11 Mayıs 1956)**********

http://belgelerlegercektarih.com/2018/02/10/nihal-atsiz-sultan-ii-abdulhamid-ve-m-kemal-hakkinda-ne-dedi/

Sultan Abdulhamid'i tahttan indiren İttihatçılardan Rıza Tevfik'in İTİRAF ve PİŞMANLIK yüklü şiiri

Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Gazetesi'nde bu şiiri yayınlaması sebebi ile ilk defa hapse mahkum edilmiştir. Bu olayı şöyle anlatır… Birinci hapsim 1947 yılında Büyük Doğu'da neşrettiğim, Rıza Tevfik'in "Abdülhamîd'in Ruhaniyetinden İstimdat" isimli şiiri yüzündendir. Ondan sonra Fransızca bir ansiklopedinin hakkımda kaydettiği gibi "Üniversitelerimi geçen zindan hayatıma" başlangıç teşkil ve 20 küsûr gün devam edici bu ilk hapse, bu şiiri yayınladığım için "Türk milletine hakaret" isnadiyle atılmıştım. Önce, itham yerlerini noktalayarak şiiri bir kısmiyle göz önüne serelim:

Nerdesin şevketli Abdülhamîd Hân?
Feryadım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan!
........................ bak günahına!
Tarihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasî Padişahına!
Divâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegâhına!
Milliyet dâvası fıska büründü,
Rida-yı diyanet yerde süründü.
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allahına.
Sonra cinsi buruk, ahlâki fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana
Nerden çıktı bunca veled-i zina?
Yuh olsun onların ham ervâhına!
İşte, ilk zamanlarda, İttihat ve Terakki'nin dolaplarına kapılıp ona var gücüyle yardım eden, sonra her şeyi gören ve anlayan ve zıt istikamete dönen Rıza Tevfik, bu şiiriyle, ihtiyarlığında çektiği vicdan azabını dile getirmek ulviyetini göstermiş ve Abdülhamîd'in büyüklüğü mevzuunda dâvamıza en büyük vesikayı hazırlamış bulunuyordu.

Hayal ve kâbus âleminde bile Türk milletine hakaretle en küçük alâkası düşünülemeyecek olan bu şiirin hangi gayeyle yazıldığını tahkik etmek için Avukatım Abdurrahman Şeref Lâç, mahkeme kararıyle, o sırada hastahânede bulunan Rıza Tevfik'i hâkim refakatinde suale çekmeye gitmiş ve büyük bir heyecan içinde yatağından doğrulan hasta adamdan resmen şu ifadeyi almıştı:

" - Ben bu şiiri, Türk milletine hakaret kasdiyle değil, tamamiyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamîd Hân'a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart vak'asını tertiplediği isnadı altında tahtından al aşağı edilen büyük Hükümdar, bu isnatla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart'ı tertipleyen ittihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım! 31 Mart'ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı (Tarçan) ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulağını kabartsın!"

Bir aralık mebus ve gazeteci, Avukat Abdurrahman Şeref Lâç ile refakatindeki hâkim ve mahkeme kâtibi sağ olduklarına göre, hâdisenin içyüzünü, en çarpıcı vesika hâlinde takdim ederim...." (Son Devrin Din Mazlumları / 31 Mart)

21 Ekim 2018 Pazar

Andımız ırkçı bölücü faşist bir dayatmadır








Andımız ile çocuklarımıza şirk merasimi mi yaptırıyorlar ?

Kemalizm; – imanın 6 şartının karşısına “CHP’nin 6 oku”nu,

– Elhamdulillah Müslümanım yerine “Ne mutlu Türküm diyene” sloganını,

– Amentü’nün karşısına ise “Andımız”ı koydu.

Hedef; “Türklük” ambalajına sarılmış “gavurluğu” Müslümanlara pazarlayıp onları Islam’dan uzaklaştırmaktır.*

ANDIMIZ: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”

EL CEVAB: Enam Suresi:“162 – De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.”***

ANDIMIZ:“Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk”[1]

EL CEVAB: Müminun Suresi: “80 – Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O’nun eseridir. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız? (…) 84 – (Resulüm!) de ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?” 85 – “Allah’a aittir” diyecekler. “Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız?” de. 86 – “Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş’ın Rabbi kimdir?” diye sor. 87 – “(Onlar da) Allah’ındır.” diyecekler. “Şu halde siz Allah’tan korkmaz mısınız?” de. 88 – “Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan; fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?” diye sor. 89 – “(Bunlar da) Allah’ındır.” diyecekler. “Öyle ise nasıl olur da büyülenirsiniz?” de. 90 – Doğrusu biz onlara hakkı getirdik; onlar ise cidden yalancıdırlar. 91 – Allah evlat edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galip gelirdi. Allah, onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir. 92 – Allah, gaybı da, açık olanı da bilir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir.”*

Andımız’ın ilk bölümünü 1933’te Reşit Galip yazmıştı. Ikinci bölümü ise 12 Mart darbesinden sonra ara rejim hükümetince ilave edildi.

Reşit Galip masondur.[2] Ayrıca Yahudi okulunda okumuştur. Bunu bizzat kendisi 23 Kasım 1919’da Köycüler cemiyetinde ilk tahsil hayatını anlatırken şöyle ifade etmiştir:

“Rodos’da doğdum. Tahsili iptidaimi evde yaptım. Sonra Alliance Israelite’e girdim. Bir sene sonra umumiyetle olduğu gibi Abdülhamid’in emriyle çıkarıldım. Rüştiye ile beş senelik idadiyi Rodos’da ve yedi senelik idadiyi Izmir’de 1324’de ikmal ettim.(..) Sonra iki sene Rodos’da Frerlerin St. Jean Baptiste Kolleji’ne devam ettim.”[3]

Reşit Galip gibi bir masonun yazdığı metinle Türklük taslamak cahilliktir… Zira sözde “Türkçülük” için Andımızı okutmak; “benim Filistin, Bosna, Sudan, Musul, Mısır gibi bir davam yok” demektir. “Türkiye sınırlarında sünepe gibi yaşayacağım” demektir. Israil okuluna gitmiş olan Mason Reşit Galip bunu boşuna yazmadı. Unutmayın; Türkiye, Türkiye’den büyüktür. Emperyalistlerin çizdiği mevcut sınırlarında sünepe gibi yaşayamaz… Türkçülük yapamaz, kuşatıcı olmalıdır.

Kaldı ki bizim Türkçüler;


“Türk’ün Yeni Amentü”sünü yahudi Moiz Kohen’den,[4]


“Öğrenci Andı”nı mason Reşit Galip’ten,


“Medeni Kanunu”nu bayrağı haç olan Isviçre’den,


“Alfabeyi” ise Latince’den aldı.

Toplama bilgisayar gibi… Bu nasıl Türklük!?

Bu Türklük değil; GAVURLUKTUR ! Uyanın…

Ne demişler; gerçek Atalarını tanımayan, it peşinde gezermiş..

**********KAYNAKLAR:

[1] “Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk” cümlesi 29 Ağustos 1972 tarih ve 14291 sayılı Resmî Gazetede neşredilen ilkokullar yönetmeliğinin 78. Maddesinde “Öğrenci Andı”nda yer alıyordu, ancak daha sonra değiştirilmiştir.

[2] Ilhami Soysal, Dünyada ve Türkiye’de Masonluk ve Masonlar, Der Yayınları, Istanbul 1988, sayfa 13.

Ayrıca Bakınız;

Dr. Zeki Yıldırım, Geçmişten Günümüze Masonluk Tarihi, Kalipso Yayınları, Istanbul, sayfa 168.

[3] A. Şevket Elman, Dr. Reşit Galip, Ankara 1953, sayfa 2-3.

Ayrıca Bakınız;

– Enver Behnan, “Reşit Galip’in Hayatı”, Çığır Dergisi, Mayıs 1934.

– Saadet Tekin, “Dr. Reşit Galip ve Üniversite Reformu”, DEÜ Atatürk Ilkeleri ve Inkılap Tarihi Enstitüsü Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 1992, Cild 1, Sayı 2, sayfa 179.

[4] Türkçülük yapan Munis Tekinalp takma adlı Yahudi Moiz Kohen’in yazdığı “Türkün Yeni Amentüsü”nü görmek için tıklayınız;

http://belgelerlegercektarih.com/2014/11/15/munis-tekinalp-turkcu-bir-yahudinin-gercek-yuzu/

.ANDI(N)IZ

Artık, yazmak yerine yutkunup geçiştirmeyi deneyeyim diyorum ama olmuyor...

Dengesizliği, paylaştığı videodan belli olan bir genç, Atatürk büstüne şaplak attı diye, derdest eden polis memurunca tek ayak üzerinde bekletilip, tekmelenerek “ben bir orospu çocuğuyum” dedirtilerek heykelden özür diletiliyor…

Aklı sıra “geciken adalet, adalet değildir” anlayışıyla cezayı peşin kesen işgüzar memurun aleni işkencesine mi yoksa ona bu cesareti veren vasata mı yanayım, bilemiyorum…

Konuyla doğrudan ilgisi bulunmasa da, Danıştay ilgili dairesince okullarda zorunlu olarak okutulan "andımızın" kaldırılmasına dair haber de eklenince içimi kaleme dökmeden edemedim…

Mahkemenin idarenin yerine geçerek okullara nizamat verme garabetini şimdilik bir kenara bırakıyorum…

Karar, etkisini hemencecik göstermiş olmalı ki; mevsim sonbahar olmasına rağmen İzmir’in dağlarında çiçekler açmış; bir kısım vatandaşımız toplu halde “andımız” ayinine iştirak ederek yüksek sesle zaferlerini kutlamaya başlamışlar…

Bazısıysa cezbeye kapılarak “Türkçe Ezanlı” günlere az kaldı paylaşımında bulunmuş…

Valla sizi bilmem ama geldiğimiz aşama itibarıyla artık hiçbir şey bana sürpriz gelmiyor…

Kendini devrimci olarak tanımlayan öz-hakiki statükocular, 16 yıllık muhafazakar iktidarın bir kısım hatalarından beslenip, yeniden özgüven kazanmaya başladılar, tespitinde bulunsak abartmış olmayız herhalde…

Esasında ne tek adamla, ne de herhangi bir ideolojinin devlet aygıtı vasıtasıyla dayatılmasıyla problem yaşıyorlar… Yeter ki bu tek adam Şevket Süreyya’nın "tek adamı", ve yine yeter ki devlet zoruyla dayatılan ideoloji Kemalizm olsun her gün bayram edecekler…

1930’lu yıllardaki “asr-ı saadet” takıntısıyla malül Kemalist selefilerin demokrat olmalarını beklemek, otobüs durağında tren beklemek kadar abesle iştigaldir… Muhatapları, leküm diniküm paydasında buluşmaya razı olsalar da, onlar herkesi kendilerine benzetmedikçe, huzura eremeyecekler… Bırakın diğerlerine karşı tutumlarını, kendi içlerindeki en ufak bir farklığa dahi tekfirle karşılık vermiyorlar mı…

Bir kısmı şimdiden ellerine mühür alarak “andımıza karşı çıkan herkes PKK’lıdır, FETÖ’cüdür" damgasını vurmaya başlamış…

Bugüne dek, içinde çözüm önerisi barındırmayan hiçbir eleştiride bulunmadım…

Belli ki, malum andın okunmayışından rahatsız olan ciddi bir kitle var…

Madem, laik sistemde yaşıyoruz sair tüm ayinler gibi siz de “andınızı” dayatmayın ne olur… Her şeyi devletten beklemek yerine; ister cehri zikirle koro halinde, ister zikri-i hafiyle içten okuyarak mutlu olmanın çaresini bakın…

"Yok, hayır, bizim ayinimize iştirak etmezseniz bundan ciddi rahatsızlık duyarız ve gerekirse devlet erkini devreye sokup herkese zorla okuturuz" derseniz… Bunun adı resmen faşizmdir…

İmparatorluk bakiyesi bir ülke, tabiatı gereği birçok etnik unsur barındırır… İstemeyen hiçbir insana “varlığım Türk varlığına armağan olsun dedirtemezsiniz”… İyi ama Ata, herkesin Türk kökenli olmayacağın öngörerek “ne mutlu Türk olana” değil “ne mutlu Türküm diyene” diyerek sair unsurlara da mutlu olmanın kapısını araladığına göre; bu nankörler de “ne mutlu türküm diyen” bakaya kotasından mutlu olmanın çaresine baksın, parodisine kendiniz inanın ama ne olur başkasını ikna etmeye çalışmayın…

İçinden gelmediği halde zaruretten ötürü “Ey büyük Atatürk, açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim” demek durumunda bırakılan insanları, yalan yere yemin ettirmenin/ikiyüzlülüğe sevk etmenin, nasıl bir travma yarattığını idrak edin, ne olur…

Ülkenin birliğine ve dirliğine hiçbir katkısı bulunmayan, bilakis sosyolojiyle taban tabana zıt bu uygulamayla aidiyet duygusunu değil tam tersine ayrılıkları körüklerseniz…

Bu milletin birlikte slogan atan gençliğe değil, ülkeye aidiyet hislerini güçlendirecek politikalara ihtiyacı var… Bunlar da hamaset, slogan ve içi boş lafların koro halinde terennüm edilmesiyle gerçekleşmiyor, maalesef... Gelin maziye dönüş yerine, bizi duygudaş yapacak, ortak bir akılda buluşturacak, müşterek bir geleceğe odaklayacak projelere kafa yoralım…

"Bu işte yokum" diyorsanız hiç olmazsa, bırakın dağınık kalsın...

Abdullah Yaman

19 Ekim 2018 Cuma

Heykel yapmak İslamda yasaktır Heykel insanı putlaştırmaktır









 Ben, Mekke fethinden sonra putları yıkan bir peygamberin ümmetiyim, beni Atatürk heykelinin karşısında saygı duruşunda durduramazsınız Timurtaş Uçar Hocaefendi

“Bir fikre bağlı olmak yerine fâni şahıslara bağlananlar o fâni şahıs dünyadan çekip gidince düştükleri hiçlik ve boşluğu heykel dikmekle gidermeye çalışırlar ve onun tunç, mermer veya alçıdan, cansız gözlerinden yardım ve teselli ararlar.” Necip Fazıl | İdeolocya Örgüsü

HEYKEL Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, İslâm terminolojisinde "suret" kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim anlamındaki suretten bunu ayırmak için "gölgeli suret" deyimi kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı için suret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme bağlanmıştır.

Kur'an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte, hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe' sûresinde cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştığı bildirildikten sonra "Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı"(Sebe 34/13) buyurulmaktadır. Bu âyet bilginlere göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mübah olduğunu ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını, İslam dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.

Kur'an, Hz. ibrahim (a.s.)'ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır. Rasul (s.a.s.)'da Mekke'nin fethinde Kâbenin içinde, çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları (heykelleri) kırıp temizletmiştir.

Rasulullah (s.a.s.)'dan gelen hadisler heykel (suret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur. (Resim için bk. Resim mad.)

Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda kendisine Allah'ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir" (Buhari, libas, 39; Nesai, Zinet, 112-114).

İbn Abbas (r.anhum)'a Iraklı bir adam gelip; Şu suretleri yapıyorum, bu konuda ne dersiniz diye sorunca, o, şu cevabı vermiştir: Yaklaş, yaklaş, Muhammed'i (s.a.s.)' şöyle derken işittim: "Kim dünyada bir sûret yaşarsa, Kıyamet günü buna can vermekle yükümlü tutulur. Halbuki ona can verecek değildir." İbn Abbas ve Ebû Hureyre'nin naklettiği başka bir rivayet şöyledir: "Kim suret yaparsa, ona can verilinceye kadar azap olunur. Halbuki bu surete can verebilecek değildir" (Nesai, Zinet,113). İbn Ömer'den, Nebi (s.a.s.)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Suret yapan kimselere kıyamet gününde azap olunur ve kendilerine; yarattığınız şeylere can veriniz, bakalım denilir" (Nesai, Zinet, 113).

İmam es-Sindi, Nesâi Hâşiyesinde yukarıdaki İbn Abbas ve İbn Ömer hadislerini şöyle açıklar: İbn Abbasa hükmü sorulan "suret" ten maksat "canlılara ait sûretler" dir." Sureti diriltinceye kadar azap olunmaktan maksat, azabın sona ereceği zamanı belirtmektir. Hadiste; sureti hiçbir zaman diriltemeyeceklerinin belirtilmesi azabın devamlı olarak uygulanacağını ifade eder. Ancak es-Sindi, yukarıda sözü edilen azabın, suret yapma sebebiyle dinden çıkan kimse ile ilgili olduğunu belirtir. Ve bunun da üç şekilde ortaya çıkabileceğini ifade eder. a) Helal kabul ederek suret yapmak, b) Tapınmak amacıyla yapmak, c) Zaten mü'min olmayan kimsenin suret yapması? Bu üç sınıfın dışında kalanlar, sureti helal saymadan ve tapınma kastı da taşımaksızın yapmışsa bu fiili sebebiyle "asi" olur. Hak ettiği azabı Allah affetmezse azap görür, sonra azaptan kurtulur. Yahut da bu azaptan maksat; işin çirkinliğini şiddetle ortaya koyup, yasaklayarak suret yapımını engellemektedir. Bu son değerlendirmeye göre, hadisin açık anlamının kastedilmediği düşünülebilir (es-Sindi, ö 136/1724 Haşiye Süneni'n-Nesâi, İstanbul 1931, VIII, 215).

Heykelin yasaklanma nedeni: Yukarıda zikredilen hadisler incelendiğinde heykelin yasaklanma nedenini de ifade ettikleri görülür. İslam bilginlerinin ortaklaşa belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları yapanların Allah'ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik heykel yoluyla girmiştir.

Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur: "Sakın ilahlarınızı bırakmayın "ved ", "suvâ", "Yeğâus", "Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece bir çok insanı sapıttılar. Sen bu zalimlerin sadece sapıklıklarını arttır" (Nuh, 71 /23-24). Bunlar Nûh kavminin Allah'tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah bin Abbas ve Muhammed bin Kays'tan şöyle dediği nakledilmiştir: Ayette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı salih kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: "siz onların yaptıklarını bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız." der. Şeytanın bu yanıltmasına kanan insanlar o salih kimselerin heykellerini yaparak dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine tapınılan birer put halini alırlar. İşte İslam'dan önceki arap toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken İslam güneşi doğmuştur (İbn Kesir, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554).

Sonuç olarak, İslam'ın heykel yasağının kökeninde tevhid inancını korumak, yaratmada yüce yaratıcıya benzemeyi engellemek, mahrem yerleri tasvire karşı tedbir almak ve zararı faydasından çok olan bir alanda israfı önlemek gibi sebebler yatar. Diğer yandan İslam'da ne Hz. Peygamberin ve ne de din büyüklerinin heykellerle tasvir edilmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar mû'minlerin gönüllerinde taht kurmuş, mesaj ve doktrinleri İslam toplumunda baş tacı edilmiştir. Hatta İslam Peygamberi sözle aşırı övmeyi bile yasaklamıştır. O şöyle buyurur: "Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız, Allah'ın kulu ve elçisidir. Deyiniz" (Buhari, Enbiya, 48; A.B. Hanbel, Müsned, I, 23, 24, 47, 55). Şamil İA

http://www.gulum.net/islamiyet/cevaplar.php?id=866

"Hazreti Aişe bir gün resimli bir yastık satın aldı. Peygamber (sav) dışardan yastığı görünce içeri girmedi. Kapının önünde ayakta kaldı. Hazreti Aişe (ra) da onun yüzündeki memnuniyetsizliği anladı ve şöyle dedi: - Yâ Resûlullah! Allah ve O'nun Resulüne tövbe ediyorum, günahım nedir? Peygamber (sav) ona cevaben buyurdu ki: - Yastıktır!.. Hazreti Aişe: - Üzerine oturup yaslanasın diye senin için satın aldım.

Peygamber (sav) buyurdu ki: - Resim yapanlara azab verilecek, yaptığınızı canlandırınız denilecektir. İçinde resim bulunan eve melekler girmez."(Müslim, IV/90)

Nevevî, Müslim'in şerhinde resimle ilgili görüşünü özetle şöyle ifade ediyor: "Bizim mezheb ulemasıyla diğer mezheb uleması diyorlar ki: Canlı varlıkların resmini yapmak şiddetle yasaklanmıştır. Resim yapmanın üzerine büyük vebal terettüp eder. Hakkında büyük tehdidler varid olmuştur. Zira resim yapmak, Allah'ın yaratıcılık işini taklid etmek anlamını ifade eder."

"Resim, ister elbise, halı, para, kab ve duvar gibi şeyler üzerinde, ister başka bir şey üzerinde yapılsın haramdır. Yalnız ağaç, deve semeri ve cansız mahlûkların resmini yapmak haram değildir. Gölgeli -heykel- ile gölgesiz suretler arasında fark yoktur. Canlılara ait olduktan sonra haramdır."

Namaz kılınan odada fotoğraf bulundurmak?

Resimler kıble cihetinde ise mekruhluk şiddetlenir, yanda ise azalır, arkada ise daha da azalmış sayılır. Böyle resimler ya indirilmeli, yahut da üzeri örtülerek namaza durulmalıdır. Boy resimlerini kapalı bir yerde tutmak, ancak gerektiğinde görülecek halde muhafaza etmekte beis yoktur. Kâğıt paralarla nüfus cüzdanlarındaki vesikalık resimler de câizdir. Bunlar canlandığı farzedildiğinde yaşamayacak derecede küçük ve yarım olan resimlerdir. Ayrıca bazı müseccel şahısları tanımak için çekilen zaruri boy resimleri için de ruhsat vardır. Bunlar ihtiyaç resimleridir.

https://sorularlaislamiyet.com/heykel-ve-resim-bulundurmak-caiz-mi-heykel-ve-resim-bulunan-evde-namaz-caiz-olur-mu

(Ya Ali, putları, resimleri imha et.) [Müslim]

(Resim, cünüp ve köpek olan odaya rahmet melekleri girmez.)[Ebu Davud, Nesai, İbni Hibban]

(Köpek ve heykel bulunan odaya rahmet melekleri girmez.)[Müslim]

(Cebrail aleyhisselam “Biz, köpek ve resim olan odaya girmeyiz” dedi.) [Buhari, Taberani]

18 Ekim 2018 Perşembe

İnönü Amerikancının “bayrak tutanı”dır






Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti’nin Kızılcahamam kampının kapanışında, İsmet İnönü’nün -elinde ABD bayrağı ile çekilen- fotoğrafını gösterip CHP ve “Milli Şef”e yönelik sert eleştirilerde bulundu ya, iflah olmaz İsmet Paşa savunucuları nasırlarına basılmışçasına hemen ayağa fırladı.

Anında Erdoğan’ın eleştirdiği o fotoğrafın hikayesini aktarıp, tarihi gerçekleri(!) yüzümüze yüzümüze vurdular.

1962’de Ankara’da ABD Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson’ın ziyaretinde çekilen söz konusu fotoğrafın tartışma konusu yapılmasının abesle iştigal olduğunu belirtip, “Erdoğan’ın gösterdiği fotoğrafta gözükmüyor ama, o gün İnönü’nün elinde Türk bayrağı da vardı. İsmet Paşa, Johnson’ın ziyaretinde siyasi nezaket gereği hem ABD hem de Türkiye bayrağını taşımıştı” diyerek zevahiri kurtarma gayretine giriştiler. Aslında yaptıkları zevahiri kurtarmak da değil, düpedüz üste çıkmak. Baksanıza, düzmedikleri methiye kalmadı İnönü’ye. Kimi “O, dünya siyasi tarihinde kendi iktidarını demokratik yollarla devreden, tek partili yaşamdan çok partili yaşama geçişi kendi elleriyle gerçekleştiren büyük bir demokrattı” yalanını savurdu.

Kimi de “Neyini söyleyeyim İnönü’nün. İnsana, her inanca saygılıdır. Türkiye’nin tapusu Lozan’ın kahramanıdır” diyerek “inanca saygı” ve “İnönü”kelimelerini yan yana getirme talihsizliğinde bulundu. Kültür ve Turizm Bakanı’na yakın zamanda danışman olan kimileri ise bayrak tutmanın İsmet İnönü’yü Amerikancı yapmayacağını söyledi.¥ Bu arkadaşlar, bugün “taviz” diye tesmiye edilen imtiyazların, bizzat Milli Şef tarafından ABD’ye sağlandığından habersiz mi Allah aşkına? Tabii ki sadece bayrak tutmakla Amerikancı olunmaz.

Ama meşhuuur 12 Temmuz 1947 Beyannamesi’nin altına imza atmak, adamı Amerikancının hası yapar. (Hani yukarıda bahsettiğimiz elemanlardan biri, “İnönü tek partili hayattan çok partili hayata geçişi kendi elleriyle gerçekleştirdi” diyordu ya, işte bu eleman anlaşılan 12 Temmuz Beyannamesi’nden bihaber. Öyle olmasa, İsmet Paşa’nın diktatörlükten demokrasiye kendi isteğiyle değil, kerhen geçtiğini bilirdi. Bu geçişin de sadece ve sadece ABD’ye “Türkiye demokrasi ile yönetiliyor” mesajını vermek, Batı’ya ne denli demokrasi yanlısı olduğumuzu göstermek ve Sovyet tehdidi karşısında yeni müttefikler edinmek için olduğunu atlamazdı.)

Sırf 12 Temmuz Beyannamesi’nin yayınlandığı gün (Truman Doktrini’nin bir sonucu olarak) ilk Türk-Amerikan askerî işbirliği antlaşmasının mümzii olmak bile İnönü’ye “Amerikancı” demek için yeterli bir sebeptir.¥ Evet, sivil ve asker Amerikan heyetlerinin savaş gemileriyle Türkiye’ye gelmesine göz yuman...

Bir yandan ABD’den borç isteyip, diğer yandan da ABD’nin kontrolündeki IMF ve Dünya Bankası’na üye olan… ABD ile dosluk dernekleri kurup Türk subaylarının Amerikan tipi üniformalar giymesine zemin hazırlayan... İnönü Amerikancının daniskasıdır.

Bunu da, Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde Erzurum’da 15. Kolordu’nun başında bulunan arkadaşı Kâzım Karabekir’e yolladığı mektupta “Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zeminde Amerikan milletine başvurulursa, pek ziyade faydası olacaktır deniliyor ki, ben de bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan Amerika’nın denetimine tevdi etmek, yaşayabilmek için tek çare gibidir” diyerek ortaya koymuştur. Mevzu işte bu kadar sarihtir. https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/rasim-bolbol/inonu-amerikancinin-bayrak-tutanidir-26088.html


Bugün İncirlik’teki nükleer bombaların hesabını hükümete soran CHP, neden incirlik hava üssünün yönetim ve denetiminden sorumlu Genelkurmay’a dokunamıyor? Genelkurmay’ın rızası olmadan hükümetin adım atabilmesi mümkün müdür?

ABD’ye bağımsız Türkiye’nin anahtarlarını teslim eden kendileri değil mi? İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olduğu 1948’de ABD’den Marshall yardımı alarak, Türkiye’yi manda altına sokan kendileri değil midir? 1 Nisan 1946’da ABD’nin Missouri Zırhlısını İstanbul’da ağırlayarak; PTT’ye Missouri hatıra pulu bastıran, Tekel’e Missouri adında sigara ürettirerek piyasaya çıkartan, gazetelerin bütün sayfalarına Missouri’ye övgü düzdüren, Karaköy’den Beşiktaş’a kadar bütün evleri aynı renge boyattıran, Taksim meydanında ampullerden kocaman bir Missouri maketi yaptırtan, camilerin minarelerine İngilizce “Well Come Missuiri” yazdırarak mahyaları astırtan İsmet İnönü değil miydi? Emperyalist savaş gemisinin işgalci komutanları ve ABD Başkanının özel temsilcisi Alexander Weddel’i Dolmabahçe Sarayında ağırlattıran ve onurlarına büyük bir ziyafet düzenlettiren İsmet İnönü değil miydi? Dolmabahçe önüne demirleyen savaş gemisini ve ABD askerlerini çiçeklerle karşılayan ve bayrama dönüştüren CHP’liler değil miydi? Özel temsilcinin Ankara’ya gidip İsmet İnönü ile görüşmesi akabinde İncirlik üssü başta olmak üzere daha fazla sayıda Amerikan askeri, uzmanı ve personelinin Türkiye’ye gelmesi için anlaşma yapan İsmet İnönü değil miydi?

Türk Bayrağına ve Atatürk’e hakaret eden, Türk kadınların ırzına geçen, kaçakçılık, cinayet ve esrar satma gibi birçok suç işledikleri halde ceza almayan ve Türk polislerince müdahale edilmesi engellenen o Amerikalı askerler değil miydi? 6. Filoyu protesto edip ABD’ye başkaldıran devrimci sol örgüt; neden İsmet İnönü’nün liderliğindeki ABD mandalığına, Marshall yardımlarına ve Missouri zırhlısına aynı direnişte bulunmayıp bilakis sevinç gösterileriyle kutladılar? Türkiye’yi ABD’ye ilk teslim eden devrimci ve darbeci CHP, bugün övünçle bağrına bastıkları solcu Deniz Gezmiş gibi soyguncu teröristleri idam eden de CHP’li darbeciler değil miydi? Sevsinler CHP’yi, laik cuntacıları!

Sözde emperyalizm ve ABD karşıtlığıyla devrim abidesi haline getirilen halk düşmanı terörist Deniz Gezmiş ve arkadaşları, 1971’de dört ABD’li askeri Tuslog Tesisleri’nden kaçırıp daha sonra serbest bırakırlarken, Türk polisine acımadan kurşun sıkabilmişlerdir. Solcuların ezelden beri Müslüman Türk polisine hasım olmaları, güncel olan üniversitelerdeki devrimci öğrenci çetelerine sahip çıkmalarıyla hiç değişmemiştir.

Yaratık insanın ‘kurtarıcı’ olabildiği bir laik anlayışında CHP Genel Başkanı Kemal Kılılçadoğlu’nun parti kongresinde; “Benim adım Recep Tayyip Erdoğan değil, Kemal Kılıçdaroğlu, parayı bulacağım diyorsam, ben parayı bulurum” ifadeleri, apaçık bir tanrısal haykırış olup, “Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece “Ol!” der ve hemen olur” kudretinde kendini gören ya bir tanrı, ya bir mehdi, ya vatanı pazarlamış bir hain, ya narsisitik ya da manik depresif bozukluğu geçiren megaloman bir delidir.

Büyük kurtarıcısı yani tanrısı olan Atatürk’ün varisi olduğunun altını çizerek “Kemal” olan adını sürekli vurgulaması, yeni bir kurtarıcı olduğuna işaret etmektedir. Öyle ki “işçi Kemal, memur Kemal” yaklaşımındaki tanrısal yaptırım, bundan böyle adı Kemal olan işçi ve memurlara merkez bankası kasaları dâhil olmak üzere tüm kapıların açık olma mecburiyetini ortaya koymaktadır ki, adı Kemal olanın ekonomik ve sosyal statüsüne ve sabıkasına bakılmaksızın sözüne tanrısal olarak inanılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir zırdeliye inanarak ardına düşenleri tedavi edebilecek ne bir tıp ne bir peygamber ne de bir tımarhane bulunmaktadır. Kemal Kılıçdaroğlu bir tanrı mı, yoksa ıslah edilmez bir deli midir?

Hele de kurtarıcı olarak yaratıcıları Allah’a iman etmiş Müslümanların deli birini güvenecek olması, apaçık bir kıyamet alametidir. Ayrıca Türk milletinin deliliği aşikâr olan birinin arkasına takılabileceğine ihtimal veremiyorum. Topyekûn kıyametsi bir yıkımın parçası olmak ya da intihar etmek isteniyorsa; CHP çatısı altında birleşilsin. Vay Kemal’e kulluk edenlerin haline…

https://sadoglu.wordpress.com/tag/incirlik-ussune-ilk-sozu-veren-ismet-inonudur/


BU YAZIYI DA OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM


Boraltan Katliamı ismet inönü Azeri kardeşlerimizi Ruslara teslim etti


http://sahtekahramanlar.blogspot.com/2018/09/boraltan-katliam-ismet-inonu-azeri.html


İnönü'ye kalsa Amerika Türk Devleti'ydik

Karabekir'e bakılırsa, İsmet Bey daha Anadolu'ya geçmeden önce kendisine bir mektup yazmış ve Amerikan mandasına taraftar olduğunu dile getirmiştir. Sonradan Garp Cephesi komutanı olacak İsmet Paşa, 27 Ağustos 1919'da Erzurum'daki Karabekir'e şöyle içini dökmektedir (metni kısmen sadeleştirdim):

"Şimdi İstanbul'da belli başlı iki akım vardır. Amerikan ve İngiliz taraftarlığı.. Eğer Amerika'nın gelmesi suya düşerse İngilizlerin topraklarımızın bugünkü bölüşümünü genişletmekten başka yapacakları bir şey kalmıyor ki, Fransızlar ve İtalyanlar ona bu konuda yardımcı olacaklar, karşı çıkmayacaklardır. Eğer Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine başvurulsa çok faydası dokunacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Ülkenin bütünlüğünü parçalamadan Amerika'nın kontrolüne emanet etmek, yaşayabilmek için tek katlanılabilir çare gibidir. Bu pazarlığın sürdüğü zamanda Amerika lehine ağırlık koymak gerekir" ("İstiklâl Harbimiz", c. I, YKY: 2008, s. 193-195).


http://www.sonsayfa.com/Haberler/Guncel/Inonuye-kalsa-Amerika-Turk-Devletiydik-167181.html

13 Ekim 2018 Cumartesi

atatürk'ün ilk kurduğu fabrika bira fabrikasıdır







Alkol kullanımına bağlı suçlar günümüzde giderek artan bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Trafik kazaları ve şiddet olaylarının ana sebebi olan ve Allahu Teala tarafından “şeytan işi bir pislik” ilan edilen alkolün ülkemizde ciddi bir sorun haline gelmesinde en büyük pay sahiplerinden birisi hiç şüphesiz, Ankara’da bira fabrikası kuran M. Kemal’dir. Rica ederim, alttaki fotoğrafa bakın… M. Kemal’in, çocukların yanında bira içmesi, hiç kimse kusura bakmasın; sorumsuzluktur, kötü örnektir.



M. Kemal Atatürk çocukların yanında içki içerken…***

Bazı demogoglar, biranın Osmanlı Devleti’nde de satıldığını, dolayısıyla M. Kemal’in farklı bir şey yapmadığını belirterek onu aklamaya çalışıyorlar. Oysa Osmanlı’daki bira fabrikasını devletin başındaki “Padişah” kurmamıştır. Eğer “Padişah” kurmuş olsaydı, bira fabrikası kuran “Cumhurbaşkanı M. Kemal” ile bir kıyaslama yapılabilirdi. Ancak Osmanlı Devleti’ndeki bira fabrikasını yabancı bir şirket kurmuştur. Dahası, o dönem içki içmek yalnız gayr-i müslimlere serbest, Müslümanlara ise yasaktı.[1] Kaldı ki, kemalistler birayı “halk içkisi” haline getirmek istediler.

“Devlet Ziraat Işletmeleri Kurumu” tarafından 1939 yılında Ankara’da yayınlanan “Atatürk Çiftlikleri” adlı kitapta şöyle yazmaktadır:

“Bir halk içkisi olan bira bizde Cumhuriyetten önce ancak kibarların ve ecnebilerin birkaç birahane, lokanta yahut bahçede içtikleri bir içki idi. Onun milli bir halk içkisi haline getirilmesi bahsine ancak Cumhuriyet devrinde dokunuldu. Ankara Orman çiftliği bu hususta büyük bir başarma kudreti göstermiştir. (..) Bugün hakikaten memlekette bira istihlaki (tüketimi) seri bir inkişaf temayülü arzetmektedir. Bu temayülün tabii bir neticesi olaraktır ki, 1934’de Orman çiftliğinde kurulmuş olan ilk bira fabrikası yeni ve daha büyük bir fabrika ile tevsi olunmuştur. Yakın yıllarda biranın memleketimizde en çok istihlak edilen bir içki haline geleceğini mübaleğasızca iddia etmek kabildir.(..)

Orman çiftliğinde bira fabrikası 1934’te tesis edilmişti. 1937’de yeni ve daha büyük bir fabrika ile eski fabrika tevsi edilmiş (genisletilmiş) oldu. (..)

Ilk birasını 1934 Teşrinievvelinde piyasaya veren birinci bira fabrikası, Malt, Bira, Buz, Gazoz, Soda fabrikalarını doldurma ambalaj şubelerini ihtiva etmektedir. Fabrikanın bira imal kudreti, senede 3.500 hektolitredir. Maamafih imalat icabında 5.000 hektolitreye de çıkabilir. (..)

1938 imalat programına göre, fabrika bir sene zarfında 850 ton Arpa, 5.700 kilo Hublon (Şerbetçi otu) sarfederek 25.000 hektolitre bira imal edecektir. Fabrikanın azami kapasitesi 70.000 hektolitre biradır.*

Adı geçen yayından alınan cetvel…

***



Adı geçen yayından alınan cetvel…***

Bira fabrikaları, Normal, Siyah, Salon, Salvator birası olmak üzere dört cins bira imal etmektedir. Yeni fabrikada ayrıca soda gazoz imal olunmaktadır. Bira sevkiyatı fıçı, ve şişelerle yapılır. Sevkiyat için hususi tanklar ve vagonlar getirtilmiştir. (..)

Cetvelden görüldüğü gibi, memleket dahilinde Ankara birasının satışları mühim şehirlerde tedricen artmaktadır. Bu vakıa, Ankara birasının piyasada gördüğü hüsnü kabulün bir ifadesidir. Bilhassa 1938 satışlarında ehemmiyetli teferrüler olmuştur. 1938 yılının ilk 7 ayının satışları şu rakamlarla ifade olunabilir:

*

Adı geçen yayından alınan cetvel…

***

Kemalist rejimin yayınından aynen aktardık[2]…

*



Reklama bakın: “Herkes Ankara Birası içiyor.” Üzerinde “Alkol zararlıdır” yazılması gerekirken, insanlar alkol içmeye teşvik ediliyor…

***



M. Kemal Atatürk’e ait bira fabrikasının reklamı…

***



***



Çocuklar bira içerken… Pes yani…

***

Tarihi hadiseleri çarpıtan bazı kimseler, M. Kemal’in, “besleyici değerinin” olduğu “düşünüldüğü” için çocuklara malt içirdiğini ve bu ürünlerin eczanelerin başköşelerinde yer aldığını yazar.

Halbuki eczanelerde bulunan bir şey onu meşru yapmaz. Eczanelerde zehir de bulunuyor ama aklı başında hiç kimse eczanede bulunuyor diye kalkıp da onu içmez. Bir ilaç bile bir kimse için faydalı olurken, bir başkası için zararlı olabiliyor. Eğer eczanelerde bulunuyorsa, reçete karşılığında ihtiyacı olanlara verilir. Ama sırf eczanede bulunuyor diye -ihtiyaç olup olmadığına bakmaksızın- çocukları bira parkına toplayıp içirmek bunun “sağlık” adına yapılmadığını gösteriyor. Kaldı ki “malt birası” başka, “malt içeceği” başkadır. Bunlar farklıdır. Birinde yüksek oranda alkol varken, diğerinde alkol oranı düşüktür. Çocukları beslemek için illa “alkollü” içeceklerin kullanılması diye bir mecburiyet olamaz. Bunun yerine alkolsüz, zararsız, doğal organik besinler kullanılabilir. Iddia edilenin aksine, dünyada malt birası çocuklara tavsiye edilmez. Üstelik bugün bile “alkolsüz” biralarda yüzde 0,5 oranında alkol bulunabiliyor. M. Kemal’in manevi kızı Ülkü, az aşağıya eklediğimiz videoda da görüleceği gibi bir mülakatta, “Atatürk bana malt içirdi” demedi; “Bira fabrikasında bira içirdi” dedi. Kaldı ki o dönem şarap reklamlarında bile şarabın “sıhhat ve kuvvet” verdiği yazıyordu.

Iddia edilenin aksine, çocukları bira parkına toplayıp içirmenin “sağlık” meselesi değil, bir “zihniyet” meselesi olduğunu M. Kemal’e yakın bir isim olan Asaf Ilbay’ın anlatıklarından anlıyoruz:

“Ankara’ya 20 kilometre mesafede demiryolu üstündeki Ahimesut çiftliğini satın alıp ismini de Etimesgut’a tahvil eden Gazi burada bir nümune köyü kurulmasını tensib buyurmuştu.

Bu köyün yapı çalışmaları ilerliyordu. Inşaat ilerleyince köyü birlikte tetkik etmek arzusunu gösterdiler.

Orman çiftliğinden otomobile bindik. Istasyondan gelmiş, köye doğru ilerliyorduk.

Gazi, seryaver Rusuhi beye:

– Ver o şeyleri…

Dedi.

Seryaver iki tane Panama şapkası uzattı. Gazi şapkaları aldı, birini kendi giydi, diğerini de benim başıma giydirip:

– Hafiftir, yazın serinlik verir ve güneşlik vazifesini de görür:

Sonra ilave etti:

– Bir gün bu çiftliklerin kadın, erkek çiftçilerinin tarlalarından döndükten sonra umumi banyoda temizlenerek, temiz keten elbiselerini ve beyaz hasır şapkalarını giymiş, mesela şuradaki birahanede aileleriyle, çocuklariyle oturduklarını görmek ne kadar hoş olur değil mi?[3]

***



“Şarap sıhhat ve kuvvet verir.” Sanki portakal suyu satıyorlar…

***



M. Kemal Atatürk’ün Bira Parkı

***

Ingiliz Edebiyatçısı kemalist Mina Urgan, “Bir Dinozorun Anıları” isimli hatıratında bir düğünde tanıştığı M. Kemal ile yaşadıklarını yazdı. O sırada 11 yaşında olan Mina Urgan,M. Kemal’in kendisine şampanya ikram ettiğini ve böylece ilk alkollü içkisini M. Kemal’in elinden içtiğini şu sözlerle anlatıyor:

“Derken orkestra bir vals çaldı. ‘Gel, seninle dans edelim’ dedi. Benim vals filan bildiğim yok. Bana öğretmek için, biraz çaba gösterdi; ama gene de beceremiyordum. ‘Sen bu işi yapamayacaksın’ diyeceğine, ‘ben senin için fazla ihtiyar bir kavalyeyim. Yaşına uygun genç bir kavalye bulalım sana’ dedi. Çevresini gözden geçirdi; on dört on beş yaşlarında bir oğlan buldu. Hızla boy attığı için pantolon paçalarıyla ceket kolları kısa kalmış, sivilceler içinde, en nankör yaştaydı zavallı oğlan. Ona dans etmesini bilmediğimi söyleyip, M. Kemal’in peşinden büfeye gittim. ‘Oğlanı pek beğenmedin galiba’ dedi ve bana bir kadeh şampanya verdi. Ilk alkollü içkimi M. Kemal’in elinden içtim böylece. Şampanya hoşuma gitmişti. Büfenin arkasındaki garsondan tam ikinci kadehi istiyordum ki, annemle üvey babam tepeme dikildi. Vaktin geç olduğunu, uyumam gerektiğini söyleyerek, beni oradan aldılar. Ankara Palas’ın kapıcılarından birine teslim edip, bir otomobile bindirdiler. Ama ben götürülmeden önce, M. Kemal o güzel elini kaldırmış, ‘seni Çankaya’da beklerim, unutma’ demişti.”[4]

*



Mina Urgan’ın o şoke edici sözlerinin yer aldığı hatıratın ilgili sayfası…

***

Ey Atatürkçüler! 11 yaşındaki bir çocuğa şampanya içiren birine nasıl ATA ve ÖNDER diyorsunuz?

Bu da bir şey mi…

M. Kemal’in manevi kızı Ülkü Adatepe, TRT ile yaptığı ve “Atatürk’ten Anılar” başlığıyla yayınlanan röportajında, M. Kemal’in kendisine 5 yaşındayken “bira içirdiğini” söylemektedir. 5 yaşındaki bir çocuğa bira içiren birine “Önder” denilebilir mi?

*



***

Söz konusu röportajın ilgili bölümünü buradan izleyebilirsiniz;

*

***

Hakikaten hayret etmemek mümkün değil… Müslüman halkın Cumhurbaşkanı, Müslümanların kitabı Kur’ân’da “şeytan işi bir pislik” olarak ilan edilen içkinin “fabrikasını” kuruyor ve Müslümanları da bu pisliği içmeye teşvik ediyor… Hadi dini bir yana bırakalım; Hangi “gavur” halkın “gavur” devlet başkanı bira fabrikası kururak halkını içmeye teşvik etmiş? Kaç kişi yapmış bunu? Herkes milletini uyandırmaya çalışırken, bizimki de uyutmaya çalışıyor. Maalesef buna rağmen birçok kemalist hala M. Kemal’i savunmanın derdinde. Insanın böyle bir şeyi savunabilmesi için aklını yitirmiş olması lazım… Sarhoşlarda da akıl olmaz zaten.

*

M. Kemal’in Bira fabrikası Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarında da görülmektedir. (KAYNAK: TBMM Zabıt Ceridesi, I: 75, cild 19, 12.06.1937, sayfa 267.) M. Kemal Atatürk’ün mal varlığı ile ilgili ayrıntılı bilgiye şu yazımızdan ulaşabilirsiniz:

http://belgelerlegercektarih.com/2012/07/03/m-kemal-ataturkun-mal-varligi-serveti-genis-kapsamli/

***

Yukarıda da görüldüğü üzere Bira Fabrikası M. Kemal’in şahsi mülküdür.

*

Bira fabrikasının yapımıyla alakalı bir kararname (devletten döviz talebi)…

***



M. Kemal’in Bira Fabrikası için yurtdışından ithal edilecek Bira şişelerine 100 kilosuna mevzu 18 lira olan Gümrük vergisinin 5,20 liraya indirileceğine dair “M. Kemal” imzalı kararname… Oh ne ala memleket… Talep eden kendisi, onaylayan yine kendisi…

***

*

***Alkolün Topluma Zararları***

Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Muharrem Balcı’nın belirttiğine göre, “Trafik kazalarında alkollü araç kullanımı birinci sırada gelmektedir.”[5] Nitekim Adli Tıp Kurumu 1. Adli Tıp Ihtisas Kurulu Başkanı Uz. Dr. A. Sadi Çağdır, “Alkol ve Suç” başlıklı makalesinde şunları yazıyor:

“Ülkemizde ve dünyada işlenen suçların ve gerçekleşen kazaların çok ciddi bir oranı alkolden kaynaklandığı bilinmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 30 ülkeyi kapsayan ve Türkiye’nin de içinde olduğu araştırma raporuna göre cinayetlerin yüzde 85’i, ırza tecavüzlerin yüzde 50’si, şiddet olaylarının yüzde 50’si, trafik kazalarının yüzde 60’ı, eşlerini dövenlerin yüzde 70’i, işe gitmeyenlerin yüzde 60’ı bu suçlarını alkollü iken işlemektedir. Alkol bağımlılarında suç işleme oranı %68 iken, alkol bağımlısı olmayanlarda bu oran %37 bulunmuştur. Alkol kullanan ergenlerde; suç, cinsel saldırı, agresyon oranının daha yüksek olduğu gözlenmiştir. (…) Alkol ve madde bağımlılığında kişinin bağımlı olması nedeniyle alkol veya kullandığı bir başka maddeyi temin etmek için işlediği suçlar da bulunmaktadır. Kişilerin alkolün etkisiyle işlediği suçlar ise işlenen suçların önemli bir kısmını kapsamaktadır.

Tüm suçlar gözden geçirildiğinde alkolün özellikle cinayet, darp, yaralama, cinsel saldırı, hakaret gibi suçlarda etkin olduğu belirgindir. (…) Uzun vadede alkol kullanımının yol açtığı şiddetli geçimsizlik, sonu boşanmalara kadar giden aile içi şiddet de alkolün etkisiyle oluşan sosyal sorunlar olarak karşımıza çıkar. (…) Alkol kullanımının yol açtığı suçlardan en önemli ve yaygın olanı, trafik suçlarıdır. (…)

ABD’de alkole bağlı trafik kazalarında her yıl 13.000 kişi ölmekte yüz binlercesi yaralanmaktadır. (…) 2008 Yılındaki istatistik verilere göre ABD’de 5.3 milyon mahkumun %36’sının, şiddetle ilgili suçlardan yatanların %40’ının suç işlerken alkolün etkisi altında olduğu ayrıca yapılan anketler sonucunda mahkumların %25’inin alkolik olduğu saptanmıştır.”[6]

2008 yılında ülkemizde 929.304 trafik kazası olmuş, bu kazalarda 4.228 kişi hayatını kaybetmiştir. Yaralananların sayısı ise 183.841 kişidir. Kazalarda toplam maddi hasar 1.112.204.949 lirayı bulmuştur.[7]

Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün verilerine göre trafik kazaları; yaralanmalara bağlı ölümler sıralamasında birinci, genel olarak ölüm sebepleri sıralamasında onuncu, ağır hastalık nedenleri arasında dokuzuncu sıradadır.[8] Dünyadaki bütün kazaların %40’ını trafik kazaları oluşturmakta, öte yandan erişkin yaşlardaki yaralanma sebepli ölümler içinde ilk sırada yer almakta ve trafik kazalarına bağlı olarak her yıl 1 milyon kişi ölmekte, 20 milyon kişi yaralanmaktadır.[9]

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Bankası’nın 2004 yılında ortaklaşa hazırladığı rapora göre, dünya’da ölüm nedenleri arasında 1990 yılında dokuzuncu sırada bulunan trafik kazalarının 2020 yılında altıncı sıraya yükselmesi beklenmektedir.[10]

Aynı rapora göre Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde her yıl 40 binden fazla kişi hayatını kaybederken, 150 binden fazla kişi bu kazalar sonucu sakat kalmaktadır. Trafik kazası sonucunda hayatını kaybedenlerin % 73’ünü erkekler ve yarıdan fazlasını 15-44 yaş grubu oluşturmaktadır.[11]

Avrupa Birliği’nde her yıl 1.3 milyon yolda trafik kazası olduğu ve bunların yılda 1.7 milyon yaralanma ve 40.000 ölüme yol açtığı hesaplanmıştır. Bu kazaların doğrudan ve dolaylı maliyetlerinin 160 milyar euroyu bulduğu, bu miktarın ise Avrupa Birliği’nin Gayri Safi Milli Hasılası’nın %2’sine eşit olduğu bilinmektedir.[12] Ayrıca yoldaki trafik kazaları çocuklarda ve gençlerde önde gelen ölüm ve iş göremezlik sebebidir.[13] Yine 45 yaş altı ölümlerin en önde gelen nedeni yine trafik kazalarıdır.[14]

Ingiltere’de “Institute of Alcohol Studies”in 2003 yılı için yaptığı bir araştırmaya göre, Avrupa’da alkol tüketiminden doğan sosyal zarar 125 milyar Euro’dur.

Buna göre hane başına 650 Euro düşüyor.

Bu rakam şu alanlardaki zararların toplamıdır:

Alkolün iş yerlerine verdiği zarar yılda 59 milyar Euro. (Alkolden ölüm bu rakama dahildir)

Sağlık harcamaları: 22 milyar Euro.

Kriminal vakalar: 33 milyar Euro.

Trafik kazası ve diğer zararlar 10 milyar Euro.

Manevi zararlar ise yılda 150 ila 700 milyar euro olarak tahmin edilmektedir.[15]

Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre, alkolün sebep olduğu ölümlerin (35 – 65 yaş grubu) oranları erkeklerde % 25, kadınlarda ise % 13’dür.[16] Doğrudan veya dolaylı olarak alkolden ölenlerin sayısı ise yılda 42 bin kişidir.[17]

Alman polisi tarafından tutulan 2004 yılına ait kriminal istatistiklere göre, her 3 şiddet olayından 1’i alkolün etkisiyle meydana gelmektedir.[18]

Almanya’da 2009 yılında aydınlatılan 151.617 şiddet suçu olayında 48.563 vak’a alkolün etkisiyle meydana gelmiştir. Dolayısıyla alkol, Almanya’da 2009 yılında aydınlatılmış olan şiddet olaylarının %33,1’ine sebep olmuştur.[19]

Italya’da yılda yaklaşık 270.000 yol trafik kazasında 330.000 kişi yaralanmakta ve 7.000 kişinin de ölümüne yol açmaktadır.[20]

ABD’de 2002’de alkolle ilişkili kazaların %4’ü ölümle ve %42’si yaralanmayla sonuçlanmıştır. Bunun aksine alkolün olmadığı kazaların %0,6’sı ölümle ve %31’i yaralanmayla sonuçlanmıştır.[21]

Alkollü sürücülerin yol açtığı kazalarda alkol alan sürücülerden başka pek çok insan da hayatını kaybetmektedir. 2002 yılında ABD’de genel olarak 1.00 promil veya daha yüksek olan alkollü sürücünün yer aldığı trafik kazalarında ölenlerin %44’ü alkollü sürücü haricindeki insanlardı. Bunların %7’si alkollü sürücülerin çarptığı araçlardaki diğer sürücüler, %22’si alkollü sürücülerin araçlarında veya bunların çarptığı araçlarda bulunan yolcular, %13’ü yayalar ve %2’si bisikletlilerdi. 2002’de alkollü sürücülerin yer aldığı kazalarda 16 yaşından küçük 573 kişi kaybedildi.[22]

Japonya’da yapılan bir araştırmada; alkollü olarak araç kullanmanın trafik kazasında ölüm riskini 4 kat artırdığı ve bu engellenmiş olsaydı ölümlerin % 75’inin önlenebileceği anlaşılmıştır.[23]

Bir bölgede alkol tüketimi arttıkça alkole bağlı trafik kazaları oranı da artmaktadır.[24]

1989 yılı Emniyet Genel Müdürlüğü ve Adalet Bakanlığı verilerine göre:

– Ülkemizde işlenen suçların % 66 sı,

– Trafik kazalarının % 61 i,

– Cinayetlerin % 35 i,

– Tecavüzlerin % 50 si,

– Boşanmaların % 80 i alkol yüzündendir.

Buradan da anlaşılıyor ki, her kötülüğün temelinde alkol vardır. Insanımız içkiden gördüğü zararı hiçbir düşmandan görmemiştir.[25]

***

*

***Alkol, Insana Her Pisliği Yaptırır***

Alkol, insana babasını öldürtür:

Milliyet Gazetesi, 29 Mart 1999.

***

Alkol, insana çok sevdiği çocuğunu da öldürtür:



Milliyet Gazetesi, 29 Haziran 1995.

***

Alkol, insana hırsızlık da yaptırır, tecavüz de ettirir:



Milliyet Gazetesi, 11 Ekim 1995.

***

Alkol, 92 yaşındaki kadına bile tecavüz ettirir:



Milliyet Gazetesi, 19 Subat 2001.

***

Alkol, bu sapıklığı da yaptırır:



Milliyet Gazetesi, 4 Ocak 2003.

***

Görülüyor ki, alkol, felaketin kaynağıdır. Alkolden yalnız içen değil herkes zarar görüyor.

***

*

***Alkol Ve Sağlık***

“Almanya Bağımlılık Danışma Merkezi”nin yayınladığı bir broşürün birinci sayfasında, doğru bilinen yanlışlara şöyle dikkat çekiliyor:

“Hep duyar ve okuruz, ‘bir bardak içmek zarar vermez, tam aksine: alkol ölçülü içildiğinde sağlıklıdır. Kırmızı şarap kalp krizine karşı korur, bira böbrekleri temizler, kısacası düzenli olarak alkol içmek ömrü uzatır.’

Ama bu yanlıştır.

Alkol ne ilaçtır, ne de sağlığı destekler.”[26]

Aynı broşürde alkolün 60 çeşit hastalığa sebep olduğu belirtilmekte ve bunlardan bazıları şöyle sıralanmaktadır:

– Karaciğer Sirozu ve Pankreas Iltihabı

– Mide ve Bağırsak Hastalıkları

– Kalp ve Dolaşım Sistemi Hastalıkları

– Beyin Hastalıkları

– Kanser Hastalıkları

– Bağışıklık Sistemi Hastalıkları

– Hormonal Bozukluklar

– Iktidarsızlık ya da Testis Büzülmesi

– Azaltılmış doğurganlık

– Erken Menopoz Belirtileri



Almanya Bağımlılık Danışma Merkezi tarafından yayınlanan broşürün birinci sayfasında, doğru bilinen yanlışlara dikkat çekiliyor

***

Vatandaşlarını alkolün zararlarından korumak için ABD, Almanya, Japonya ve Fransa gibi ülkeler, alkollü içki kaplarına sağlık uyarı etiketi uygulamasını zorunlu hale getirmiştir. Mesela aşağıdaki resimde de görüleceği üzere, Laik Fransa’da 11 Şubat 2005 tarihinde çıkarılan bir kanunla alkollü içki kapları (şişe/kutu) üzerindeki etiketlerde “Hamilelikte alkollü içki kullanımı az miktarda bile olsa bebeğin sağlığına ciddi zararlar verebilir” veya elinde bir bardak tutan hamile kadın resmi ve üzerinde diyanagol bir çizginin yer aldığı hükümet tarafından çıkarılan sembolün kullanımı zorunlu hale getirilmiştir.[27]



Laik Fransa’da alkollü içki kaplarına konulan sağlık uyarı etiketi****

***Islam’ın Alkollü Içkilere Bakışı***

Dinimizde sarhoşluk veren içkilerin çoğu haram olduğu gibi azı da haramdır. Islâm dini bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır. Müslüman’ın alkollü içki ve uyuşturucudan uzak durması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor;

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.”[28]

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:

“Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın…”[29]

Hadislerde de sarhoşluk veren bütün maddelerin içilmesi/alınması yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber, “Sarhoşluk veren her içki haramdır.”[30] buyurmuştur.

Bu konuyla ilgili Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’den rivayet edilen bazı Hadis-i Şerifler şöyledir:

“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”[31]

“Içki bütün kötülüklerin anasıdır.”[32]

“Allah içkiye, onu içene, dağıtana, satana, satın alana, üzümünü sıkana [îmal edene], kendisi için sıktırana, taşıyana ve kendisine taşınana ve parasını yiyene lânet etsin.”[33]

Bu ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere az veya çok içki içmek haramdır.

***

Hz. Ali (radıyallahu anh)’a sorarlar:

– Müslüman olmadan içki içtin mi?

– Hayır içmedim.

– Neden, herkes içiyordu sen niçin içmedin?

– Evet herkes içiyordu. Ama hepsini de hayasızlaştırıyordu. Onların bu halini görüp içmedim, diye cevap verir.[34]

****Alkol, Sömürgecilerin Silahıdır***

Yahudi protokollerinde şu talimat vardır:

– “Insanları rakı ile sarhoş, şarapla sersem edip ahmaklaştırarak düşünmekten alıkoymalıyız.” (C. R. Atilhan, Fesat programı, s.55)

– “Içkiye alıştırmalıyız. Ilk kadehi kadınların elinden verip sarhoş halde herkesin içinde rezil etmeliyiz.” (K. Yaman, Ihânet plânları, s.227)

– “Kalabalıkların vakitleri eğlencelerle, oyunlarla oyalanmalı herkes düşünmekten alıkonmalıdır.” (s.197)

Alkol, tarihte düşmanın gizli imha plânı olarak kullanılmıştır. Yaptığı tahribat yönü ile atom bombasından daha çok etki yapmıştır. Alkol, tuzaktır. Kötü emellerin silahıdır.

– “Amerikalılar, kıtayı keşfettikten sonra Kızılderililerin mukavemetini ve gücünü içki ile kırmıştır. Afrika ve Okyanus adalarında öğrendiğimize göre, Batılı sömürgeciler, fethettikleri topraklardaki yerli halka bedava veya ucuz ve bol miktarda rakı vererek onları önce sarhoş sonra da alkolik etmişlerdir.” (Ibrahim Canan, Kütüb-i Site: 6/291)

– “Ingiltere 19. yüzyılda Çin’i istilaya kalkışınca içki, afyon ve uyuşturucu tuzağını kullanmıştır. Bunun için Hindistan’da ürettiği afyonu Çin’e sevk etmek istemiş, Hindistan direnince silaha başvurmuştur. Tarihe bu savaş “Afyon Harbi” diye geçmiştir.” (Ibrahim Canan, K. Site: 6/292)

– Osmanlıyı yıkmada düşmanın önde gelen silahı, içki ve kadın olmuştur.

– Roma’yı, Bizans’ı yıkan da içkidir.

– Türk illeri, 70 yıl Ruslar tarafından alkol ile uyuşturulmuş, ve kontrol altında tutulmuştur. Hatta öyle alıştırmışlar ki, sabah kahvaltısında bile sofrada alkol vardır. Alkol Rus’un sömürü silahı olmuştur.

– 1996 Ramazan’ında Kazaklar “Içkiye hayır” kampanyası başlattı:

Ord. Prof. Kaydarov: “Içki bize Rus oyunu. Ruslar bize içki belasını yayarak beyinlerimizi süngerleştirdi. Ruslar, çok değişik taktiklerle içkiye alıştırdılar. Mesela; içki ikram etmeyen, dünyanın en leziz yemeklerini hazırlamış olsa da vazifesini yapmamış anlayışını yerleştirdiler. Bu içki belâsı, Rusların nüfuzumuzu yok etmenin ayrı bir plânıdır.” demiştir. (8/2/1996. Zaman)[35]

*******Içkiyle Ilgili Özdeyişler***

Içki öldürür, kumar söndürür, spor güldürür. (Yeşilay Derneği)

Içkinin barındığı yerden ahlak ve utanç kaçar. (Baeches)

Içki şişesinin içinde, hoşnutsuzluk, avunma, korkaklık cesaret, utangaçlık ve kendine güven aranır. (S. Johnson)

Üç kadehten fazla içip de sarhoş olmadığını ileri süren herkes sarhoştur. (Epiktesos)

Akıllı adamların tek içkisi sudur. (Thorea)

Belaların en büyüğü sarhoştur. (Jefferson)

Içkiyi savunanlar olabilir, fakat içki onları asla savunmaz. (Abraham Lincoln)

Kişiliğinizi, ailenizi, ülkenizi seviyorsanız, içki düşmanı olunuz. (Yeşilay Derneği)

Su içmek insanın kendisini ne hasta, ne borçlu, ne dul yapar. (J.Neale)

Sarhoşluk gönüllü çılgınlıktır. (Seneca)

Ey içki, eğer senin adın yoksa, sana iblis adını verelim. (W. Shakespeare)

Isterse başka ulusları mutlu etsin, alkol bizim düşmanımızdır. (Prof. Dr. Sadi Irmak)

Insan vücudunda içki koymak, makine yataklarına kum koymak gibidir. (Henry Ford)

Her kadeh, mezara doğru bir basamaktır. (Abdülhak Hamid)

Içki alışkanlığı, toplumsal bir vebadır. (Ahmet Emin Yalman)

Içki, korkağı cesur; cesuru küstah eder. (Refik Halit Karay)

Içkinin bağırdığı yerde, ahlak ve utanç susar. (W Chaucer)

Belaların en büyüğü sarhoşluktur. (Jefferson)

Şarap mideye oturunca, artık söz unutulur. (Alessandro Menzoni)

Içki arkadaşları düşman eder. (Prof. Dr. F. Kerim Gökay)

Savaş fırtınadır, gelir geçer; içkiyse aman ve aralık vermez. (Ali Vahit)

***Yeşilay Haftası Güzel Sözler

Kadeh içinde, deniz içinde olduğundan daha çok kimse boğulmuştur. (Alman sözü)

Içkinin üstesinden gelirim sanırsan, içki senin hakkından gelir. (Amerikan sözü)

Içki, bütün bela ve kötülüklerin anası, anahtarıdır. (Arap sözü)

Meyhanede yazılan şey, cennette okunmaz. (Bulgaristan sözü)

Sarhoş adam, yırtık çuvaldır. (Bulgaristan sözü)

Içkiye düşkün olanları, bu yıkımdan kurtarmak için en iyi yol, sarhoş değilken, onlara bir sarhoşu göstermektir. (Çin sözü)

Içki girince, akıl çıkar. (Fransız sözü)

Şarapla başlayan dostluk, bir gece sürer. (Ispanyol sözü)

Şarabın girdiği yerden, alçak gönüllülük çıkar. (Isveç sözü)

Içki ocak söndürür. (Tatar sözü)

Sarhoştan deli bile kaçar. (Tatar sözü)

Keçi şarap içmiş, dağda kurt aramaya çıkmış. (Türk sözü)

***Içki ve Sigara Konulu Özlü Sözler

Içki güldürür, süründürür, öldürür.

Içki sağlığın düşmanıdır.

Içki kötülükler doğurur.

Içki aile bütçesini eritir.

Içki sinir ve sindirim sistemlerini bozar.

Sigara kanserle kardeştir.

Akıllı adamların tek içkisi sudur.

Içki bütün kötülüklerin anasıdır.

Içki öldürür, kumar söndürür, spor güldürür.

Içki insanı sefalete, rezalete hatta cinayete sürükler.

Alkol, veremin en yakın dostudur.

Alkol kapıdan girerse, mutluluk pencereden çıkar.

Toplumdaki pek çok facianın sorumlusu içkidir.

Alkol almak, gönüllü çılgınlıktır.

Içkinin girdiği yerden akıl, ahlâk ve utanma kaçar.

***YEŞİLAY’IN ÖĞÜDÜ

Sağlığını seviyorsan,

Güçlü kalmak diliyorsan,

Zehir nedir biliyorsan,

İçme zararlı içkiden.

İçeceksen süt, ayran iç!

Nar, portakal suyundan iç!

Billur gibi kaynaktan iç!

İçme zararlı içkiden!

Geçicidir keyfi onun,

Sürünmektir bil ki sonun.

Mutluluğa gitmez yolun,

İçme zararlı içkiden!

Evdekiler seni bekler,

Saçı bitmedik bebekler…

Yıkılsın mı bu emekler?

İçme zararlı içkiden!

***Mustafa Öselmiş’in de dediği gibi, içkinin bize son yıllarda verdiği zararı hiçbir düşman vermemiştir. Düşmanın milletimizi uyutmak ve uyuşturmak için hazırladığı oyunu bozmalıyız. Yetersiz ve yanlış bilgilerle alkol ve uyuşturucu ağına düşmüş insanımızı kurtarmalıyız..**********.

KAYNAKLAR:

[1] Halil Cin- Ahmed Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, cild 1, Istanbul 1996, sayfa 267, 268.

[2] Anonim, Atatürk Çiftlikleri, Devlet Ziraat Işletmeleri Kurumu Neşriyatı, Ankara 1939, sayfa 63 ve devamı.

[3] Nizyazi Ahmet Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, Nurgök Matbaası, Istanbul 1954, cild 2, sayfa 78.

[4] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, 78. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, Istanbul 2013, sayfa 161. (1999 tarihli baskısında ise sayfa 156. Ilk baskı 1998.)

Kitabın 162’nci sayfasında Mina Urgan’ın o sırada 11 yaşında olduğunu öğreniyoruz.

Ayrıca bakınız; Süleyman Bulut, Büyük Atatürk’ten Küçük Öyküler-2, 26. Baskı, Can Yayınları, Istanbul 2016, sayfa 59 ve devamı.

[5] Habertürk Gazetesi, 07 Ocak 2011.

[6] Adli Tıp Kurumu 1. Adli Tıp Ihtisas Kurulu Başkanı Uz. Dr. A. Sadi Çağdır, “Alkol ve Suç” (Türkiye Yeşilay Cemiyeti 1, “Alkol ve Güvenli Sürüş”, Istanbul, Mayıs 2011, sayfa 25 – 29.)

[7] Bayraktar N., Çilingiroğlu N.; “Türkiye’de Trafik Sorunu” Toplum Hekimliği Bülteni, 2001, 22 (2).

[8] WHO Injury Chart Book 2002. Department of Injuries and Violence Prevention Noncommunicable Diseases and Mental Health Cluster, World Health Organization, Geneva, 2002.

[9] Koç D., Tüzün H., Maral I.; “Türkiye’de 1999 Yılı Için Ölümle Sonuçlanan Trafik Kazalarının Doğuşta Hayat Beklentisine Etkisi”, TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni, 2006, 5 (1-9).

Ayrıca bakınız;

Emniyet Genel Müdürlüğü ve Türkiye Istatistik Kurumu, Trafik Kaza Istatistikleri 2007, Türkiye Istatistik Kurumu Matbaası, Ankara 2009, (1-3, 5-6 ve 87).

[10] WHO and World Bank Activity. The World Report on Road Traffic Injury Prevention, On 7 April 2004.

[11] WHO and World Bank Activity. The World Report on Road Traffic Injury Prevention, On 7 April 2004.

[12] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

Ayrıca bakınız;

European Commission –Directorate– General for Energy and Transport: Halving the Number of Road Accident Victims in the EU by 2010, A Shared Responsibility.

[13] Hjern A., Bremberg S.; Social Aetiology of Violent Deaths in Swedish Children and Youth, J. Epidemiol Comm Health 2002, 56: (688-692).

Ayrıca bakınız;

Sethi D., Racioppi F.; Road Traffic Injury Prevestion in Children and Youth in the European Region. Evr J Puplic Health 2004, 145, (39).

[14] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

Ayrıca bakınız;

European Commission –Directorate– General for Energy and Transport: Halving the Number of Road Accident Victims in the EU by 2010, A Shared Responsibility.

[15] “Alcohol in Europe – A Public Health Perspective.” Anderson, R. & Baumberg, B. (2006), London, Institute of Alcohol Studies.

[16] John, U. & Hanke, M (2002) Alcohol-attributable mortality in a high per capita consumption country – Germany, in: Alcohol and Alcoholism 37; 581-585.

[17] Alkoholkonsum und alkoholbezogene Störungen in Deutschland (Almanya’da alkol tüketimi ve alkole bağlı hastalıklar), Schriftenreihe des BMG. Band 128, Nomosverlag, 2000.

[18] Polizeiliche Kriminalstatistik Berichtsjahr 2004. (Alman polisinin 2004 yılı suç istatistikleri raporu).

[19] Die Kriminalität in der Bundesrepublik Deutschland – Polizeiliche Kriminalstatistik für das Jahr 2010, sayfa 8. (Federal Almanya’da Suç – Alman polisinin 2010 yılına ait suç istatistiği).

[20] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

[21] Hingson R., Winter M.; Epidemiology and Consequences of Drinking and Driving, Prepared: National Institute on Alcohol Abuse and Alcoholism, December 2003. Ulaşım: pubs.niaaa.nih.gov.

[22] Hingson R., Winter M.; Epidemiology and Consequences of Drinking and Driving, Prepared: National Institute on Alcohol Abuse and Alcoholism, December 2003. Ulaşım: pubs.niaaa.nih.gov.

[23] Fujita Y., Shibata A.; Relationship Between Traffic Fatalities and Drunk Driving in Japan, Traffic Injury Prevention, 2006, 7: (325-327).

[24] Torre GL, Beeck EV, Quaranta G, et al: Determinants of Within-Country Variation in Traffic Accident Mortality in Italy: A Geographical Analysis. International Journal of Health Geographics, 2007, (6) 49: (1-8).

[25] Mustafa Öselmiş, Gençliğin Etrafındaki Tuzaklar, sayfa 190. http://www.mustafaoselmis.com.tr/wp-content/uploads/kitap-icerikleri/gencligin-etrafindaki-tuzaklar.pdf (Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

[26] Deutsche Hauptstelle für Suchtfragen DHS (Almanya Bağımlılık Danışma Merkezi), “Alkohol und Gesundheit: Weniger ist besser!”. Broşüre buradan ulaşabilirsiniz: http://www.dhs.de/fileadmin/user_upload/pdf/Broschueren/AlkoholGesundheit_Einzelseiten.pdf(Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

Alkolün 60 çeşit hastalığa sebep olduğunu Peter Anderson ve Ben Baumberg de belirtmektedir;

Peter Anderson and Ben Baumberg, Alcohol in Europe – A public health perspective, Institute of Alcohol Studies, UK June 2006, sayfa 4. (A report for the European Commission).

[27] Sebahattin Kuş, “Alkollü içki şişelerinde sağlık uyarıları”, Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, sayı 17, Aralık-Ocak-Şubat 2010-2011.

[28] Kur’ân-ı Kerim, Maide Suresi, Ayet: 90. (Elmalılı Hamdi Meali)

[29] Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer’, 8; İbn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547.

[30] Buhâri, Vudû, 71; Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 7.

[31] Ebû Dâvud, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3.

[32] Suyûtî, Câmi’üs-Sağîr, 2/12.

[33] Tirmizi, Büyû: 58.

[34] Mustafa Öselmiş, Gençliğin Etrafındaki Tuzaklar, sayfa 198. http://www.mustafaoselmis.com.tr/wp-content/uploads/kitap-icerikleri/gencligin-etrafindaki-tuzaklar.pdf (Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

[35] Mustafa Öselmiş, Gençliğin Etrafındaki Tuzaklar, sayfa 201 – 203. http://www.mustafaoselmis.com.tr/wp-content/uploads/kitap-icerikleri/gencligin-etrafindaki-tuzaklar.pdf (Son erişim tarihi 15 Haziran 2013).

Birkaç yerde, Prof. Dr. Sefa Saygılı’nın “Dünyada Ve Ülkemizde Trafik Kazaları Ve Alkolün Etkisi” başlıklı makalesinden alıntı yaptık. (Türkiye Yeşilay Cemiyeti 1, “Alkol ve Güvenli Sürüş”, Istanbul, Mayıs 2011, sayfa 7 – 24.)***

Benzer konular:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/18/kemal-ataturkun-padisahlar-gizli-icerdi-ben-acik-iciyorum-sozu-hakkinda/***

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/08/07/sarhos-ataturk-konusunda-yilmaz-ozdile-cevap/***

https://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/12/30/yilmaz-ozdilin-amaci-ne-kurana-bakalim/

***http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2013/05/30/yilmaz-ozdile-iki-ayyas-cevabi/

.